Aklımda birbirinden kopuk onlarca fikir uçuşurken, “Neden distopya yazmıyorsun?” diyen sevgili kızım Alara’ya; aştığı yüzlerce kilometre için, beyin fırtınası için, değiştirmeden iyileştirdiği için, sevgili editörüm Hülya Şat’a; hayalleri aşan illüstrasyonlar için O. Selçuk Özdoğan’a teşekkürü borç bilirim.
Kitabı yazdığım sıradaki boğucu sıcakları gölgesiyle hafifleten kiraz ağacına, serinliğiyle sindiren “kuzey rüzgârına” ve Manchester’ın zihnimi açan kütüphanelerine de teşekkürler…
Dilerim bu kitapta yazdıklarım hiçbir zaman gerçek olmaz. Ancak olsa dahi biliyorum ki, kitapları kurtaracak cesur, zeki ve iyi kalpli çocuklar hep var.
Son Koleksiyoncu onlara ithaf olunur.
Giriş
Doğal afetlerin ve savaşların getirdiği yıkımlar dünyayı kasıp kavurmuştu. Yaşamın devamını sağlayan kaynaklar neredeyse yok olmak üzereydi. Açlığın ve susuzluğun neden olduğu hastalıklar yüzünden, insan nüfusu gittikçe azalmış ve gücünü yitirmişti. Tüm bunlardan doğan kaosu ortadan kaldırmak için uygulanan karartmanın ardından ise dünyanın düzeni hızla değişmeye başlamıştı. Değer verdiği her ne varsa kaybeden insan ırkı için yaşamak, hayatta kalma mücadelesinden öteye geçmiyordu. Sınırlı yaşam alanları içinde karnını doyurabilen, barınacak yer bulabilen şanslıydı! İnsanların bir zamanlar hayatlarını kolaylaştırmak için ürettikleri yapay zekâ, artık bu düzenin sağlayıcısı durumundaydı.
Yeni düzeni hızla kabullenen insanoğlu her şeye uyum sağlamaya başlamıştı. Fazla değil, birkaç nesil sonra ise karartma, gerçek anlamda bir karanlığa dönüşmüştü. Sanki öncesi hiç yoktu. Bilgilenmek kavramıyla birlikte, kitaplar da çoktan unutulmuştu. Yalnızca, kendilerine Kitap Koleksiyoncusu diyen bir grup, kitapların yeryüzünden silinmemesi için uğraşmıştı. Ancak zamanla onlar da yok olup gitmiş, geriye sadece tek bir Koleksiyoncu kalmıştı.
Ada
Gözlerini açıp yatağında doğruldu. Yer altında, güneş ışığının sızmadığı bir yerdeydi. Yine de güneşin doğmak üzere olduğunu biliyordu. Aynı saatte uyanmaya alışmıştı. Eli baş ucundaki akım kesici düğmeye uzandı. Tavandan sarkan kırık lambaların cılız ışığı titreyerek yandı. Jeneratör gücünü gittikçe kaybediyordu. Bulunduğu oldukça geniş alan hafifçe aydınlandı. Etrafı, neredeyse tavana kadar istiflenmiş yığınlarla kaplıydı. Binlerce kitaptan oluşan yığınlarla…
Işığa alışan gözleri yığınların üzerinde kaydı. Bir süredir belli aralıklarla adanın üzerinde kol gezen muhbirler, harekete geçmesi gerektiğini gösteriyordu. Kontrollerin sıradan olduğunu düşünüp içini rahatlatmaya çalıştı. Diğer yandan, gördüğü her şeyi kaydeden ufak, saydam topların geri dönebilecekleri ihtimali midesine kramplar girmesine neden oluyordu. Orayı bulmaları her şeyin sonu demekti.
Yatağından kalkıp kenardaki uzunca tahta masaya yerleşti. Yan yana dizili duran, kimi sayfaları yıpranmış üç kitaba baktı. Küçük bir çocukken onu kurtaran kitaplar olmuştu. Şimdi ise kurtarmaları gereken başka bir şey vardı.
Aklı, adaya ayak bastığı ilk günlere gitti. Kimsesiz, bir deri bir kemik kalmış güçsüz bir çocuktu. Adının Koleksiyoncu olduğunu söyleyen bir adam, şehir yıkıntılarının arasında bulmuştu onu. Neredeyse yerle bir olmuş evlerin pencereleri kocaman deliklere benzerdi. Yağmur yağdığında yollar çamurdan derelere dönüşürdü. Soğuktan buz keser, sıcaktan nefessiz kalırdı insan. Geceleri farelerin kemirme sesleri çalınırdı kulağına. Fareler daha şanslıydı, çünkü o çoğu zaman kemirecek bir şey bile bulamazdı.
Koleksiyoncu, onu açlıktan perişan bir hâldeyken alıp adaya getirmişti. Karnını doyurması için yiyecek verirken, “Hayatını kitaplara borçlusun.” demişti. “Taşların arasına sıkışmış olan bu kitabı fark etmeseydim, seni de görmezdim.” Bu sırada çantasından çıkardığı üstünde yazılar olan kâğıtları elinde sallamıştı.
O ise sessiz kalmıştı. Karnını doyururken adamı incelemekle yetinmişti. Koleksiyoncu geniş omuzlu, iri yarı biriydi. Saçı sakalı kırlaşmış, birbirine karışmıştı. Ama aslında göründüğü kadar yaşlı değildi. Bunu anlamak için hareketlerine bakmak yeterliydi. Hızlı ve kendinden emindi. Hele omzuna çapraz astığı tıka basa dolu çantayı taşımak güç isterdi. Konuşması tuhaftı; çocuğun daha önce duymadığı kelimeler kullanıyordu. Özellikle kelimelerden birini sürekli tekrar ediyordu: kitap! Ne anlama geldiğini sormasına gerek kalmamış; anlamıştı. Aslında o anda sadece anladığını sanmıştı. Herhangi bir nesneden öte, çok güçlü bir araç olduğunu kavraması zaman aldı. Kitap insan aklını bir yerden başka bir yere taşıyordu. Başka dünyalara, başka yaşamlara, başka zamanlara, sınırsız hayallere…
Kitapların kimisi bütündü, kimisi eksikti. Ön ya da arka kapağı ya da yarısı yoktu. Koleksiyoncu çantasından çıkardıklarını önce şimdi onun oturduğu masaya yığmıştı. Sonra da günlerce incelemişti. Sonunda kitapları kendince ayırıp o geniş alanı dolduran diğerlerinin arasına yerleştirmişti. Yerleştirirken hiç aceleci davranmamıştı. Bu işten keyif aldığı belliydi.
O ise zaman geçtikçe büyümüş, güçlenmiş, adadaki yaşama alışmıştı. Okuması ilerlemişti.
Koleksiyoncu daha ilk gün, “Merak etme.” demişti. “Buradaki düzen sayesinde aç kalmadan yaşarız. Aynı anda onlarca insanın karnını, binlerce insanın beynini doyuracak kadar gıda var.”
Konuşkan biri değildi. Zaten çoğu zaman da yoktu. Havayı kollayıp denize açılırdı. Günler sonra yine çantasında ana karada bulduğu kitaplarla geri dönerdi. Sanki dünyada gizli saklı kalan kitapların tümünü toplamaya niyetliydi. Yokluğunda okuması için kitaplar seçerdi ona. Bir de kitaplara göz kulak olmasını tembihlerdi. Her defasında şimdi önünde duran üç kitabı gösterirdi. Bıkmadan aynı sözleri tekrarlardı.
“Eğer adaya geri dönmezsem ve tehlikeli bir durum olduğunu hissedersen…”
Koleksiyoncu’nun adaya taşıdığı kitapların sayısı azaldıkça, yüzündeki endişe artmıştı. Sonra bir gün açıldığı denizden geri dönmemişti. Aylar süren endişeli bekleyişin ardından, adamın başına bir şey geldiğini düşünmüştü.
Böylece Koleksiyoncu’nun yerini almaya karar vermişti. Kitapları toplamaya devam edecekti. Bu kararını vakit geçirmeden uygulamaya başlamıştı. Adanın farklı yerlerine gizlenmiş teknelerden biriyle denize açılmıştı. Kitap toplamak tahmin ettiğinden zordu. Yıkıntılar arasındaki hayat ise hatırladığından daha acımasızdı. Hele bir çocuk için… Her defasında, yalnızca kopuk birkaç sayfayla eli boş dönmüştü adaya. Zamanla da adadan ayrılmaz olmuştu.
Yıllar sonra, artık aynaya her baktığında, karşısında Koleksiyoncu’yu görüyordu sanki. Gittikçe ona benzemişti. Henüz saçları ağarmamıştı elbet, daha gençti. Ama bakışlarına ve hareketlerine bilgeliğin ağırlığı çökmüştü.
Düşüncelerinden sıyrılıp dikkatini masadaki üç kitaba verdi. Kitapları uzun zamandır planladığı yolculuk için hemen o gün hazırlamalıydı. Sarıp içlerine yerleştireceği kutular yalnızca suda batmamalarını değil, zarar görmemelerini de sağlayacaktı. Kutuları açmanın tek bir yolu vardı.
İşi bittiğinde saat epeyce ilerlemişti. Kutuları kucakladı. Çevresini saran kitapların başına bir şey gelmemesi için adadan ayrılmıyordu. Ama yine de onlara bir şey olsa bile, bu üç kitap kurtulacaktı. Tek dileği muhbirlere yakalanmadan hepsinin doğru kişilerin eline geçmesiydi. Yer altından açık havaya çıkarken duvara asılı metal tabelaya baktı; “MAHZEN” yazıyordu. Eski