“Denizin üstünde batmakta olan güneş, sanki karşısına çıkan her şeyi kızıla boyamak istiyordu. Dalgaların köpüğünü, bulutların beyazını, yelkenlerin tüm kıvrımlarını… Yalnızca yelkenlidekiler değil, uçan kuşlar bile bu eşsiz manzarayla büyülenmişti. Güneş ise izleyiciler gösterinin tadını çıkarabilsinler diye, işini ağırdan alıyordu. Çok geçmeden, tekne o yakıcı parlaklığa doğru yelken açtı…”
Atlas ani bir hareketle cildi kapattı. Kahverengi cilde kazınmış resmin üstünde parmaklarını gezdirdi. Altın yaldızları yer yer dökülmüş olsa da resmin detayları anlaşılıyordu. Dalgalı denizin üstündeki bir taşıt yukarı doğru kalkmış burnuyla ve upuzun direkleriyle dalgalara meydan okuyordu. Çok güzeldi. Atlas daha önce hiç görmediği, adını o anda öğrendiği yelkenlinin içinde olmak istedi.
Aniden hızla ve ardında iz bırakmayacak şekilde her şeyi toplayıp ceketine sardı. İçini tanımlayamadığı bir heyecan kaplamıştı. Bu şeyi kaydettirmeye niyeti yoktu. Onu muhbirlerden ve antropoitlerden saklayacaktı. Hatta kardeşlerinden de… Kutudan geriye kalanı ise eve döner dönmez ocağa atacaktı.
Ugo aniden uyandı. Hanın sessizliğe bürünmesini beklerken yorgunluğuna yenik düşmüş, mutfak masasında uyuyakalmıştı. İlk aklına gelen gömleğinin içine sıkıştırdığı nesne oldu. Bakmanın tam zamanıydı. Kahverengi kapağın üstünde bir resim vardı. Altın yaldızla çizilmişti. Annesinin fark etmemesini umarak, aynı anda iki lambayı birden yaktı. Tilyum madeninin ışığı etrafı aydınlattı. Bu gizemli nesneyi incelemeye koyuldu. Takas eden her kimse, belli ki kutunun içinde ne olduğundan habersizdi. Yoksa elinden çıkarmazdı.
Kapağı kaldırıp ilk kâğıttaki yazıyı okudu: Saklı Şehrin İzinde
Kâğıdın kalanı boştu. Rastgele bir yerinden açıp diğer yazılara baktı. Babası, daha küçükken okuma yazmayı öğretmişti ona. “Hanın işlerini takip etmen için şart!” demişti. Ama o kâğıtlarda yazılanlar, hanın ihtiyaç listesinden çok başkaydı. Dudaklarını hafifçe kıpırdatarak güçlükle okumaya başladı. Daha önce duymadığı için kimi kelimelerin anlamını bilmiyordu. Ancak arka arkaya gelip birbirlerini tamamladıklarını anlayabiliyordu. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Heyecanının nedeni anne babasına yakalanma korkusu da olabilirdi, elinde tuttuğu bu acayip nesne de…
Ela’nın gözüne uyku girmiyordu. Sessizce kalkıp Siro’nun bulduğu şey koyduğu yerde mi diye baktı. Dolabın içindeki birkaç parça giysinin altında duruyordu işte! Aklına saklayacak başka yer gelmemişti. Bir ara paniğe kapılmış, iyice sarıp mutfak penceresinin hemen dışına gömmeyi düşünmüştü. Ama içinde yazılanları öylesine merak ediyordu ki gömerse okuyamazdı. Birim’de daha önce böyle bir şey ne görülmüş ne de duyulmuştu. Kendi kendine mırıldandı. “Bir adı olmalı, her şeyin adı olur.” Kendisinin, kardeşinin, Birim’deki diğer çocukların, kullandıkları eşyaların, topladıkları ürünlerin adı vardı. Antropoitlerin adları sadece harflerden değil, numaralardan da oluşurdu ama yine de vardı.
Uygun bir ad bulmasına yardımcı olur umuduyla gözlerini kahverengi cilde dikti. Bir grup çocuk resmedilmişti. Altın yaldızdan çizgiler hafifçe parlıyordu. Çocuklar dimdik durmuş, yere kadar uzanan bir pencereden dışarı bakıyorlardı.
Ellerinde Ela’nın tuttuğu nesneyi tutuyorlardı. Güneş var gücüyle ışıldıyor, pencereden içeri doluyordu. Duvarlar da boydan boya yine o nesnenin yüzlercesiyle, belki de binlercesiyle kaplıydı.
Ela cildi kaldırdı, ilk kâğıttaki yazıyı mırıldanarak okudu: Yeni Dünyanın Muhafızları
Adı bu muydu? Emin olamadı. Kâğıtları çevirmeye koyuldu. Kapaktaki resmin aynısını, bu defa siyah beyaz çizgilerle görünce durdu. Parmaklarını yan kâğıttaki kelimelerin üzerinde kaydırdı. Bulmuştu! Ayın pencereden süzülen soluk ışığında mırıldandı: Kitap! Uygundu. Daha önce hiç görmediği bir şeye karşılık, hiç duymadığı bir kelime…
Alba
Alba henüz gün ışımadan uyandı. Yıkıntıların arasında sabahlamaktan perişan hâldeydi. Üstü başı kir içindeydi. Gümüş rengine çalan saçları tozdan koyu griye dönmüştü. Kızdaki parıldayan tek şey kocaman siyah gözleriydi.
Yıkıntıları ardında bıraktı. Çevreye uyum sağlamak istercesine rengini kaybetmiş ağaçların arasındaki yola yürüdü. Tüccarların oradan geçtiklerini duymuştu ve kuzeye giden bir tüccarın kamyonetinde yer bulmayı umuyordu.
Madenlerden yükledikleri tilyumu taşıyan tüccarlar, yolcuların yüzüne bile bakmazlardı. Kazançları iyiydi, yolcuların verecekleri kuruşlara ihtiyaçları yoktu. Çoğu zaman muhbirlerin eşlik ettiği o araçlara zaten yolcular da yaklaşmaya cesaret edemezlerdi. Diğer yandan, günü kurtarmaya bakan ufak çaplı tüccarlar da vardı. İşte Alba onları kolluyordu. Hoş, cebindeki birkaç kuruş karşılığında ne kadar yol gidebileceğine dair bir fikri yoktu ama yine de şansını deneyecekti.
Gerçi dara düştüklerinde, tüccarların takasla bile yolcu taşıdıklarını duymuştu. Takas edecek neyim var ki, diye düşündü. Elbette birkaç parça eşyasını koyduğu bez torbasını kimse önemsemezdi. O eski giysilerin yüzüne bakacak değillerdi. Değerli neyi vardı? Eli ister istemez boynundaki, annesinden kalma madalyona gitti. Annesinin Alba’ya verdiği iki şeyden biriydi o madalyon. Diğeri ise adıydı; Alba annesiyle aynı adı taşıyordu. Parmaklarını madalyonun yüzeyindeki kabartmanın üzerinde gezdirdi: yüzleri birbirine dönük hâlde iç içe geçen iki yeni ay… Hayır, madalyonu takas edemezdi; kendisini annesiyle babasına bağlayan tek şey oydu.
Kaybettiği anne babasını düşününce gözleri doldu. Bir zamanlar maden işçisiyken, doğacak bebeklerinden ayrılmamak için madenlerden kaçmışlardı.
Bebekler doğar doğmaz ebeveyninin elinden alınıp antropoitlerce büyütülüyordu. Madende çalışan gözü yaşlı çiftler, bebeklerinin daha iyi bir geleceğe sahip olacaklarını düşünüp avunurlardı. Nereye götürüldüklerini bile bilmeden… Kaderlerine razı olmayanlar ise Alba’nın annesiyle babası gibi çareyi kaçmakta bulur, yıkıntıların arasında hayatta kalmaya çalışırlardı. Antropoitler, kaçanların yıkıntılardaki yaşam şartlarına uzun süre dayanamayacaklarını bildiklerinden onları kendi hâllerine bırakırlardı. Nasılsa eninde sonunda hastalıklar yakalarına yapışırdı.
Sonunda, Alba’nın annesiyle babası da korkunç şartlarla baş edememişlerdi. Babası bu dünyadan göçüp gitmeden önce, Alba’nın elini iki avcunun arasına almış, gözlerinin içine bakmıştı. Varla yok arası bir sesle kuzeye gitmesini söylemişti.
“Bana söz ver.” demişti. “Kuzeye gideceğine dair söz ver.”
Alba, babasını yormamak için soru sormamıştı. Ne kadar kuzeye gidecekti? Orada ne vardı? Dilinin ucuna gelen soruları kendine saklamıştı. Başını sallayıp, “Söz…” diye mırıldanmakla yetinmişti. Bu acı dolu anıyla gözyaşlarına boğulmak üzereyken ileride bir hareketlenme olduğunu fark edip hızla o tarafa koştu.
Suratsız tüccar burun kıvırsa da kızın uzattığı iki kuruşu