Ugo sessizce dinlemekle yetiniyordu. Alba acayip şeyler anlatıyordu. Başka bir zaman olsa, deli olduğuna inanırdı. Ancak bulduğu şey de kızın anlattıkları kadar acayip değil miydi? Kitap, diye geçirdi içinden. Yüksek sesle söylemeye çekindi.
Alba, “Onu bana verir misin?” diye sordu.
Ugo ani bir hareketle kitabı kendine çekti. Kıza gösterdiği için birden pişman olmuştu. Ancak Alba’nın davranışı beklediğinden farklıydı. Kitaba uzanmak yerine, ellerini kucağında birleştirdi. Sır verircesine fısıldayarak konuştu. “Kitapların yazıların muhafızlığını yapmak dışında bir özelliği daha olduğunu söylerlerdi. Bir tür güç! Eline alan onlardan bir daha asla vazgeçemezmiş.” Ardından kalkıp odasına gitti.
Ertesi sabah, Ugo babasından, kızın handan erkenden ayrıldığını öğrendi. Haber vermeden gitmesine üzülmüştü. Kalsaydı kim bilir daha neler anlatırdı! Niye kaçarcasına gitmişti? Sonra birden mutfağa koştu. Sobanın arkasındaki yığını deli gibi etrafa savurdu. Yoktu! Onun yerine bir not buldu: Muhafızı ödünç aldım. İyi saklayacağıma söz veriyorum. A.
Ödünç almamıştı, çalmıştı! Ugo’nun gözlerine yaşlar hücum etti. Geldiği yeri sormuştu da, nereye gittiğini sormak aklına gelmemişti. O da yola düşse, kızı bulabilir miydi?
Paylaşılan Sır
Siro kitap denilen o nesneyi bulduğundan beri yerinde duramıyordu. Akşamları aceleyle bir şey yiyor, sonra da Ela’nın peşinden ayrılmıyordu. Her akşam birkaç kâğıt okuması için ısrar ediyordu. Ela tilyum lambasının soluk ışığında alçak sesle okuyor, ardından da kitabı ocağın içine saklıyordu. Orada olduğunu unutup ateşi yakarsa kül olacağını bildiği hâlde. Diğer yandan evdeki en güvenli yer orasıydı. Siro, ablasının endişelendiğini görünce, “Unutmayız.” diyordu. “Benim hep aklımda.”
Aslında kitabı sadece düşünmek Siro’ya yetmiyordu. Başkalarına ondan söz etmek, içinde yazılanları anlatmak istiyordu. Dilini zor tutuyordu. Ela bu durumu fark edince gözlerini çocuğun yüzüne dikip, “Anlatarak yorma kendini, git kaydettir. İkisi de aynı şey! Çünkü her iki türlü de elimizden alırlar.” demişti. Birim’de ağzını sıkı tutabilecek kaç çocuk vardı ki! Kötü niyetle ilgisi yoktu bunun. Nedeni korku, kıskançlık ya da gevezelik olabilirdi. En çok da korku! Merak sıralamaya girse bile sona kalırdı.
Siro, Ela’nın tembihlerini unutup o gün paydos ettiklerinde sırlarını ağzından kaçırdı. Çocuklardan biri büyük bir balık tuttuğunu söyledi. Öyle ki dört kişi zor yiyip bitirmişti. Başka bir çocuk da ona katılıp tuttuğu balıkların sayısıyla övündü. Sonra başlar Siro’ya döndü. Kendi yakaladığı ufacık birkaç balığı düşündü. Çocukların abarttıklarını tahmin etmek zor değildi ama kendisi de balık tutma konusunda çok beceriksizdi. Ve elbette Siro’nun bunu söylemeye niyeti yoktu. “Balığı herkes yakalar.” dedi. “Siz benim yakaladığımı görün! Denizden çıkan en güzel şey!”
Aralarından biri, “Tadı balıktan daha güzel olamaz.” diye karşılık verdi.
Siro o sırada sussaydı ya da karşısındakini onaylamakla yetinseydi, konuşma sonlanacaktı. Oysa devam etti. “Yenmiyor! Hiç görülmemiş bir şey! Acayip!” Ne dediğinin farkına varır varmaz, yüzü kıpkırmızı kesildi. Kaydettirmediği bir şeyi överek anlatıyordu. Hemen sustu. Diğerlerinin, söylediklerini uydurduğunu düşünmelerini umdu.
Tarladan doğruca deniz kenarına gitti. Aslında eve dönüp Ela’yla karşılaşmamak için oyalanıyordu. Karanlık çökerse belki ablası gözlerindeki tedirginliği fark etmezdi.
Atlas fabrikaya gidiyor, muhbirlerin tellerini bağlıyor, kıyıda yemeğini yiyor, kardeşleriyle vakit geçiriyordu. Günlük hayatında hiçbir değişiklik yok gibi görünüyordu. Oysa o şeyi bulup okumaya başladığından beri, aklı başka bir yerde yaşıyordu. Hatta başka bir dünyada! Kardeşleri uyuduktan sonra, gözleri yorgunluktan kapanana dek okuyordu. Anlayamadığı ya da yazılanları gözünde canlandıramadığında aynı satırları tekrar okuyordu. Kimi zaman içinden bir ses okuduklarının doğru olduğunu söylüyordu. Kimi zaman ise Birim’deki düzenden ve yaşam şeklinden farklı bir yaşam olamayacağını…
O akşam kardeşlerinden biri, “Ben de acayip bir şey yakalamak istiyorum.” dedi.
Atlas, iki çocuğun atışmalarına alışkındı. Tarlada kimin daha çok tohum ektiği ya da mahsul topladığı evde konuşulan en önemli konuydu. O yüzden diğer kardeşine, “Sen mi yakaladın acayip bir şey?” diye sordu. “Neye benziyor?”
Çocuk omzunu silkti. “Ben değil, Siro, tarladaki çocuklardan.”
Diğeri devam etti. “Denizde yakalamış, yenmiyormuş.”
Atlas’ın boğazı düğümlendi. Heyecanını belli etmeden konuştu. “Taşlara dolanmış yosundur. Başka ne çıkacak denizden!”
Kardeşi ısrarla devam etti. “Siro, görülmemiş bir şey, dedi.”
“Görülmemiş bir şey olsaydı, muhbirlerin ilgisini çekerdi. Neye benzediğini söyledi mi?” Atlas soruyu nefesini tutarak sormuştu.
İki çocuk olumsuzca başlarını salladılar.
“Birbirinize yakaladığınız balıkları mı anlatıyordunuz?”
Bir ağızdan, “Evet!” dediler.
“Tahmin ettiğim gibi. Sizden üstün görünmek için söylemiştir.”
“Uydurdu mu yani?”
Atlas kendinden emin bir ifadeyle onayladı. “Kesinlikle! Unutun gitsin!” Hemen ardından, “Sizin yaşlarınızdaysa, ablasına ya da ağabeyine bildirmem gerekir.” diye ekledi. “Uydurmak Disiplin’de öğretilenlere ters! Evi nerede?”
İki çocuk da Siro’nun evinin koordinatlarını bilmiyorlardı. Birim’deki çocuklardan çok azı koordinatları doğru kullanırdı; Atlas onlardan biriydi. İlk kural, Birim’i iyi tanımaktı. Atlas da bunun hakkını verirdi.
Çocuklar ellerinden geldiğince tarif ettiler. Atlas evin buğday tarlalarının dibinde olduğunu tahmin etti.
Ertesi sabah, Atlas her zamankinden daha erken kalktı. Fabrikaya gitmeden önce, yolunu değiştirip buğday tarlalarına doğru yürüdü. Muhbirlerin ilgisini çekmemek için saklanmaya çalışmadan hareket ediyordu. Tarlaya giden çocukların biraz arkasından ilerliyordu. Tarlayla sınır olan, yan yana dizili evlerin önünden geçerken yavaşladı. Kapılardan çıkanlara bakıp Siro’nun hangi evde yaşadığını tahmin etmeye çalıştı. Herkes neredeyse konuşmadan tarlalara yürüyordu. Nasıl anlayacaktı? Atlas oraya kadar boşuna geldiğini düşündü.
Sonra siyah saçları örgülü bir kız gözüne çarptı. Onu daha önce Disiplin’de görmüş olmalıydı. Kız evlerden birinin sundurmasının altında sabırsızca dolanıyordu. Sonunda dayanamayıp, “Siro!” diye içeri seslendi. “Üçe kadar sayıyorum!” Hemen ardından bakışlarıyla etrafı kolaçan etti. Atlas, kızın tedirginliğinin nedenini tahmin edebiliyordu. Muhbirlerden biri geç kaldıklarını kaydederse kontrol görevlilerine açıklama yapmak zorunda kalırlardı. Açıklama yetersiz olursa kapılarında yirmi dört saat bekleyen bir muhbirle yaşarlardı.
O sırada kızın bakışları Atlas’ın üstüne çevrildi. Tedirgin olma sırası Atlas’taydı. Geldiği yöne döndü. Evi bulmuştu. Gidip Siro’nun ablasına bir şey bildirmeye niyeti yoktu. Üstelik çocuğun uydurmadığına emindi. Atlas da denizden gelen, acayip sayılacak bir şey bulmuştu. Fabrikaya geç kalmamak için adımlarını hızlandırdı.
Atlas