Ceren üç şehir rehberini de kapıp aldıkları yere yerleştirirken, “Hadi hemen gidip kendi gözümüzle görelim.” dedi.
Girişte sıra olmamasına sevindiler. Zaten burunlarının dibindeki bir yeri bulamadıkları için gereksiz yere vakit kaybetmişlerdi.
Tam kapıdan girerken Kaan sarnıcı tanıtan levhayı arkadaşlarına gösterdi. “532 yılında yapılmış yani 6. yüzyılda!”
Ateş, “Küçük bir matematik hesabı yaparsak; 15 yüzyıl önce!” diye atıldı.
Biletlerini alıp merdivenlerden aşağı inerken Ceren bir yandan durakta gördükleri çocuklara bakındı. İçinden onlarla karşılaşmamayı diledi.
Sarnıca indikleri an büyülenmiş gibi hissettiler. Etraf loştu ve ışıklandırma sayesinde etrafa yayılan kızıllık oldukça etkileyiciydi.
Ateş sütunlara bakarak, “Sudan yükselen mermer ağaçlar.” diye fısıldarcasına konuştu. Kimi sütunların üstündeki oymalar gerçekten de ağaçları hatırlatıyordu.
Ceren, “Niye kralsız olduğunu anlamak zor değil.” dedi. “Çünkü gerçek bir saray değil.”
Kaan, “Niye gün ışığında bulunamayacağını da…” diye ekledi. “Çünkü yer altında…”
Sütunların arasındaki iskelelerin üstünde yürürken sütunların suya yansımalarına ve suda kayan kocaman balıklara hayranlıkla bakmaktan kendilerini alamadılar.
Ateş, “Kesinlikle doğru yerdeyiz.” dedi. “Ama yine de yılan kadar acımasız kadınla tanışmadan dışarı çıkmayalım!”
Bir turist kafilesinin kümelendiği yere doğru ilerlediler. İşte oradaydı. Hem de iki ayrı sütunda kaide görevi gören iki ayrı kadın başı vardı; yılan gibi saçları olan… Başlardan biri ters, diğeri ise yan duruyordu. Turist rehberi bir efsaneye göre yılan saçlı Medusa’nın kendisine bakanları taşa çevirme gücü olduğunu anlatıyordu.
Orada durup rehberin anlattıklarını dinlerken birer fotoğraf çekmeyi de ihmal etmediler. Sonra Ateş birden, “Hemen buradan gidelim!” diye arkadaşlarını uyardı. “Cep telefonum çekmiyor.”
Hızlı adımlarla çıkışa doğru yürüdüler. Kaan, “Işıl öğretmenden şifre gelene kadar sarnıcın kafesinde soluklanırız diye düşünmüştüm.” dedi. “En azından su alabilir miyiz?”
Birkaç dakika oyalanmanın sorun olmayacağını düşünerek sularını aldılar. Bir yandan içerek, sudaki öbek öbek balıklara ve sarnıcı ilgiyle gezenlere bakmaya başladılar. Çoğunun yabancı turist olduğu birbirine karışan farklı dillerden anlaşılıyordu.
Ateş, “Tek bir kelimesini bile anlamadığımız ne kadar çok dil var…” derken, Ceren neredeyse ağzındaki suyu püskürterek, “Olamaz!” diye inledi. İlgi çekmemek için sadece kaşıyla ve gözüyle durdukları iskelenin gerisini işaret etti. “Bunlar, durakta gördüğümüz çocuklar değil mi? Bu durumda hazine avına katılan okullardan birinin ekibi oldukları kesinleşti! İşin kötü tarafı, demek ki onlar da şifreyi çözmüşler.”
Ateş heyecan içinde etraflarına bakıp aralarında konuşan çocuklara gözünü dikti. Şaşkın bir hâlleri vardı. Herhâlde biz de dışarıdan böyle görünüyoruz, diye düşündü. Ancak bu düşüncesini arkadaşlarıyla paylaşmadı. Onun yerine daha çok kendine cesaret vermek istercesine, “Ama onlardan önde sayılırız; kapıya daha yakınız!” dedi. Duyduğu belli belirsiz endişe sesine yansımıştı. “Yine de elimizi çabuk tutalım.”
Daha fazla vakit kaybetmeden açık havaya çıktılar.
Telefonlar kapsama alanına girer girmez arka arkaya mesajlar geldi. Ateş hemen telefonlarına el atan arkadaşlarını, “Önce buradan uzaklaşsak iyi olacak.” diye uyardı. “Mesajı başka bir yerde okuyalım. Biz diğer ekipleri fark ediyorsak diğerleri de bizi fark edebilir!”
Ceren karşı çıkmak için ağzını açtıysa da vazgeçti. Başını onaylarcasına sallayıp Kaan’la birlikte Ateş’in peşine takıldı.
4. BÖLÜM
İki Tuhaf Takipçi
Bir süre sessizce ilerlediler. Çok geçmeden turistlerin oluşturduğu kalabalık arkalarında kaldı. Yerini, günlük koşuşturmacasını yaşayan şehrin insanına bıraktı. Yol üstündeki kamyonlardan dükkânlarına eşya taşıyan esnafların arasından sıyrılarak yürümeyi sürdürdüler.
Kaan, “Artık mesajı okuyalım mı?” diye önerdi. “Bu şekilde zaman kaybediyoruz.” Sabırsızlık içindeydi. Şifreleri çözmekte zorlanıyor olsa da bu oyun çok hoşuna gitmişti.
Ceren, “Aslında bir yere oturup okusak fena olmaz.” diye katıldı. “Böyle ayaküstü ne okuduğumu anlamıyorum. Hem artık etrafta ‘şüphe uyandıracağımız’ öğrenci kalmamıştır herhâlde!”
Ateş, arkadaşlarına dönüp tamam, dercesine başını salladı. O sırada gözü karşı kaldırıma kaymıştı. Bir an için dikkati dağıldı ama sonra kendini toparlayıp, “Bir bank görünce oturalım.” dedi.
Birkaç yüz metre sonra Ceren, “İşte!” diyerek yolun ilerisini gösterdi. “Şurada bir tane var. Tam zamanında, sırt çantam her adımda ağırlaşmaya başladı sanki.”
Ateş, Ceren’in gösterdiği banka bile bakmadan, “Aslında banka oturmak iyi bir fikir değil!” diye karşı çıktı. “Şifreyi bir kafede incelersek daha rahat ederiz.”
Ceren, “Ama sen az önce…” diye hatırlatırken Ateş, kızın sözünü kesti. “Biliyorum bank benim fikrimdi…” diye geveledi ve sustu. Bu sırada arkadaşlarını uyarma gereği bile duymadan önüne çıkan ilk ara sokağa saptı. Hızlı adımlarla Ceren’le Kaan’ın birkaç metre önünde yürümeye koyuldu. Bir yandan sık sık karşı kaldırıma ya da dönüp arkasına bakıyordu.
Çok geçmeden daracık başka bir sokağa girdi. Oradan bu defa az önce yürüdükleri ana caddeye bağlanan başka bir sokağa daldı.
Sonunda Ceren dayanamayıp, “Anladım!” diye homurdandı. “Kaybolmak için elinden geleni yapıyorsun. Bu arada sürekli arkana bakıp bizi kontrol etmene gerek yok! Geliyoruz işte! Bu soğuk havada koşturmaktan ter içinde kaldık ama sorun değil!”
Ateş, kızın sözlerine kulak asmıyormuş gibi görünüyordu. Yine de ana caddeye çıkar çıkmaz ilk köşedeki kafeye daldı; Ceren’le Kaan da peşinden…
Ateş kafenin kuytu ama girişini gören köşesindeki masaya yerleşti.
Ceren sırt çantasını yere bırakıp sandalyeye çökerken yüzünü buruşturmaktan kendini alamadı. Ateş’e, “Delirdiğine karar verdim!” dedi. Kaan’ın nefesi öylesine kesilmişti ki hiç sesini çıkaramadı.
Ateş sesine gizemli bir ton katmaya çalışarak, “Tabii ki delirmedim; izlendiğimizi fark ettim.” diye açıkladı.
Ceren alaylı bir ifadeyle, “Şifreleri hızla çözmemizden faydalanmak isteyen bir öğrenci grubu tarafından mı?” diye sordu.
Ateş, “Öğrenciye benzemiyorlardı.” diye karşılık verdi. Oldukça ciddi bir havası vardı. İkisi de orta yaşlı ve tıknaz bir kadınla bir erkekti… Ama sanırım atlatmayı başardık. Arkamızdan kafeye dalmadıklarına göre…” Bir yandan kapıya kaçamak bir bakış atarken diğer yandan da kadınla adamın sokağın bir köşesinde durup kafeden çıkmalarını bekleyebilecekleri ihtimalini aklından geçirdi.
Ceren