Amacına ulaşmıştı ki insan sesleri işitti. Kardeşi de uyanmış ona korkuyla bakıyordu. Hatta boğa bile bir gözünü açmıştı ki birden kapı aralandı. Gelen Ahmet’ti. Işığı açtıktan sonra Kara’ya ters ters baktı. Kaşları iyice çatılmış, iri siyah gözleri tuhaf bir şekilde küçülmüştü. Kara, başını eğdi ve samanın üzerine yan gelecek şekilde oturdu. Bu insanlar, ona hiç de sevimli gelmiyordu. Dillerini anlamıyorlar, anlamak için çaba da harcamıyorlardı.
Ahmet, tekrar dışarı çıktı ve önüne kattığı ikisi yaşlı on bir eşekle üç katırı içeriye sokarken “Duu huuğ… Duuğuu… Dahhaaa” gibi sesler çıkardı. Bu seslerle onlara bir şeyler söylediğini sanacak kadar zavallı şu insanoğlu, diye düşündü. Ahmet’in yanında yaşını başını almış bir köpek de vardı. Bu köpek, her gün hayvanlar ahıra girdikten sonra usulca çekilirdi. Ama bu akşam nedense kapıda uzun bir vakit durdu ve Kara’ya dikkatlice baktı.
Ahmet, Kar’a yaklaşıp başını okşadıktan sonra çıkmadan arka taraftaki boğayı da görmek istercesine başını ileriye uzattı. Bakışlarından boğadan korktuğunu düşündü Kara.
Ahmet gittikten sonra ahıra dönen hayvanlardan dolayı rahatladı Kara. Rahatlamasının asıl nedeniyse bahçeden ahıra düşen loş ışıktı. Yine gözü anne ve babasını aradığından biraz da buruktu.
“Anne ve babam, neden gelmedi?” diye sordu eşeklere dönerek.
Bütün hayvanlar birbirine baktı. Katırlardan biri, gözlerini Kara’ya dikerek, “İşleri uzadı onların, birazdan gelirler.” dedi. Bu söz üzerine Kara rahatladı ve heyecanla, “Gününüz nasıl geçti amcalar?” diye sordu, yan yana aynı yalaktan su içen yaşlı iki eşeğe. İkisi de aynı anda başını kaldırıp Kara’ya baktı sinirle ve ardından cevap vermeden su içmeye devam etti.
Kara, onların bu tarz davranışlarına alışkın olduğundan bunu dert etmedi. Bu defa diğer tarafta, fısır fısır konuşan iki genç eşeğe döndü. “Ağabeylerim, hiç olmazsa siz söyleyin bana, gününüz nasıldı?” dedi.
Boz renkli ve diğerinden biraz daha iri olanı, muzipçe gülerek, “Nasıl olacak ki kardeş.” dedi. “Her zamanki gibi karşıdaki tepeye çıkardı bizi Ahmet. Rengârenk çiçekler, vızır vızır uçuşan arılar, boy atmış otlar, geniş gövdeli ağaçlar, Sihirli Göl derken bayağı bir gezdik. Yediğimizi içtiğimizi anlatmak ayıp olur, o yüzden o konuya hiç girmeyeceğim.”
Boz eşek, bilerek Kara’nın can damarına basmıştı. Kara, üç kez üst üste, “Sihirli Göl…” dedi içinden. Adı bile böyleyse dünyanın en güzel yeri olmalı, diye düşündü ve bir gün ne olursa olsun oraya gideceğine söz verdi.
Katırlardan biri dayanamayıp bakışlarını demin konuşan eşeğe yöneltti. Sonra Kara’ya dönüp, “Şu soytarının sözüne inanma Kara.” dedi. “Sihirli Göl’ü ne o ne de biz şu zamana kadar görebildik. Köyün aşağısına gitmemiz zaten yasak. Orada muhafızlar, kuş bile uçurtmuyorlar.”
Kara, katırın söylediklerine çok şaşırdı, mahzunlaştı birden ve boz eşeğe, “Yalan söylemeye utanmıyor musun?” dedi. Boz eşek, bu kez ciddi. “Daha anlamadın mı akıllım.” dedi. “Biz burada özgür değiliz. İnsanlar bizi nereye götürürse ancak oraya gidebiliriz. Aslında gördüğümüz hiçbir şey de yok. Sırtımıza ne yüklerlerse onu istedikleri yere götürürüz, hepsi bu…”
Kara’nın içine bir sıkıntı gelip oturdu. Bütün ömrünü anne ve babası gibi bu yerde geçirmek ona göre değildi. Üstüne üstlük ahırdan bile çıkmasına izin verilmiyordu daha. Hem her yerde nöbet tutan bu insanlar kimdi? Neden herkes onlardan korkuyordu? Bir seferinde babası onlar hakkında tuhaf şeyler söylemişti de tam olarak ne söylediğini anlayamamıştı. Sihirli Göl’ü göremezse, bari hiç olmazsa camdan yarım yamalak gördüğü şu tepeye gidebilseydi. Orası da yalan değildi ya… Bunu katıra sormak istedi ama sonra vazgeçti. Hayal etmenin nesi kötü diyerek orada otların arasında sere serpe yattığını, kalkıp kelebekleri kovaladığını, tavşanlarla, sincaplarla oynadığını hayal etti. Kendisini bugüne kadar hiç dışarı çıkarmadıkları için insanlara iyice kızdı. Bu konuda onlar kadar anne ve babası da suçluydu kesinlikle.
Ahırdaki hayvanlar her zamanki yerlerinde geviş getire getire uyudular. Kar da bir süre ortalığı sessizce seyrettikten sonra gözlerini yeniden yumdu. Kara, arkasını pencereye dönmüş, ahırın kapısına bakıyordu. Anne ve babası hâlâ görünmüyordu. İlkbahar geldiğinden bu yana ahıra daha geç dönmeye başlamışlardı. Zaten içeri girer girmez yorgunluktan pek bir şey yapamayıp hemen uyuyorlardı. Bu durumun daha ne kadar süreceğini merak etti. Daha doğrusu onlara kendisini ne zaman dışarı çıkaracaklarını sormak istiyordu. Bunu özellikle bu gece sormadan uyumayacaktı. Artık yeterince büyümüştü ve buradan tez zamanda çıkması gerekiyordu. Havalar da ısınmaya başladığına göre belki onu yarın bile çıkarabilirlerdi. Kar’la ya da onsuz fark etmezdi. Bu kapalı yerde kalmak esaretten başka neydi ki?
Kara pek çok şeyi merak edip sorduğu sorulara içinden cevaplar ararken uykuya yenik düştü.
Ertesi gün şafak sökerken uyandı Kara. Mutlulukla önce sağına sonra soluna döndü. Annesini ve babasını göremeyince yüzündeki gülümseme yavaş yavaş söndü. Yattıkları yerde samanlar ezilmediğine göre gece dönmemiş olmalıydılar.
Boğa ve Kar dışında diğer hayvanlar da yoktu ahırda. Kardeşi de uyanmış, tuhaf tuhaf etrafı süzüyordu.
“Günaydın Kar.” dedi Kara.
“Günaydın Kara. Annemle babam dün gece gelmedi mi yoksa?”
“Ben de yeni uyandım Kar. Yataklarında izleri olmadığına göre gelmemişler anlaşılan.”
“Başlarına bir şey gelmesin Kara? Ben böyle her gün beklemekten çok korkuyorum.”
“Korkma, mutlaka geleceklerdir. Demek ki uzak bir yere götürdü insanlar onları. Ne yapar eder, bizi burada bir başına bırakmazlar. Anne ve babalar için çocuklarından daha kıymetli hiçbir şey yoktur. Hem ne korkuyorsun, ben varım işte!”
Kar, hiç olmadığı kadar düşünceliydi. Kara, onun bu hâlini iyiye yormadı.
“Ben buradan çıkalım derim.” dedi Kara.
“Çıkmamıza imkân yok Kara. Dışarıda nöbet tutan insanların olduğunu söylüyorlar. Hem kapıyı kendi başımıza açamayız. Ayrıca anne ve babamız olmadan nereye gideriz ki?”
Kara, kardeşine hak verdi ve canı sıkkın bir şekilde küçücük camdan dışarıya baktı. Her zamanki şeyleri görmüş olmanın hayal kırıklığıyla yüzünü tekrar ahıra döndü. Bir süre öylece boşluğa bakıp durdu. Sonra birden aklına arka tarafta tutulan boğa geldi. Şu zamana kadar boğayı yakından görmemişti. Kardeşine çaktırmadan usul adımlarla arkaya doğru yürüdü. Pencereden yarım yamalak yansıyan gün ışığıyla ortalık azıcık ağarmıştı.
Bir anda karşısında boğayı gören Kara ne yapacağını bilemedi. Söylendiği gibi zincirlenmişti ve ön bacaklarının üzerine