Güzel Sular Ülkesi
Güzel Sular Ülkesi, başı bulutlara değen ağaçların ülkesiydi. Bir dağdan diğerine uçup duran kuşların… Canlarının istediği gibi meleyen kuzuların… Mutlu çocukların, sağlıklı gençlerin, güzel yaşlanan insanlarla hayvanların… Dereler, şelaleler, ırmaklar gürül gürül akardı bu ülkede. Aktıkça doğa tazelenir, kuşlar neşeyle cıvıldar, ağaçların dalları birbirine el vererek uzardı.
Güzel Sular Ülkesi, zamanın başlangıcından bu yana dünyanın en güzel ülkesiydi. Ne var ki güzeli isteyen çok olur. Ona sahip olmak, güzelliğini yerle bir etmek, kendi çirkinliğiyle onun üzerini örtmek…
Güzel Sular Ülkesi’ni en çok isteyen Kozman devletiydi. Çünkü Kozman’ı yönetenler çirkindi. Savaşmaktan başka bir şey bilmezlerdi. Ağaçlara, hayvanlara, derelere, şelalelere, toprağa, taşa önem vermezlerdi. Önem verdikleri tek şey değerli madenlerdi. Gümüştü, altındı, elmastı…
Kozman devleti, yeryüzünün en güçlü devletiydi. Ele geçiremedikleri ülkeler parmakla sayılırdı. En son işgal ettikleri devlet de Güzel Sular Ülkesi’ydi.
Okuyacağınız hikâye Güzel Sular Ülkesi’nde geçmektedir. Bu hikâye, hem Güzel Sular Ülkesi’nin hem de Kar ile Kara’nın hikâyesidir.
Benzersiz Sıpalar
Kar ve Kara ikiz sıpalardı. Adlarını, hayvanların pek de sevmediği ahır sorumlusu Cevdet koymuştu.
İkiz olmalarına karşın birbirlerine zerrece benzemiyorlardı. Kara erkek, Kar ise dişiydi. Kardeşinin ve diğer sıpaların aksine Kara’nın kulakları oldukça uzun ve sivriydi. İkizinin olması dışında insanların ve diğer hayvanların dikkatini çeken biricik farklı özelliği buydu. Kardeşi ise başka hiçbir sıpaya benzetilmeyecek kadar güzeldi. Buradaki hayvanlara güler yüz göstermeyen insanlar bile onu gördüklerinde tuhaf sesler çıkarıyordu. Şaşkınlıklarını atlattıklarında da kimi tüylerini okşarken kimi kendini tutamayıp alnından öpüyordu. Anne ve babasının da söylediği gibi kardeşi çok özel bir eşekti gerçekten. Ayakları, kuyruğunun ucu, kulaklarının sivri tarafı ve göbeğinin küçücük bir bölgesi dışında her yeri bembeyazdı.
Karın ne demek olduğunu o zaman anlayamamıştı Kara. Bu adı çok seven anne ve babası, onu pencereye yaklaştırıp lapa lapa yağan karı gösterdi. Karın öyle güzel bir yağışı vardı ki Kara’nın içi sevinçle doldu. Kendinden geçmiş gibi karın yağmasını izlerken kötü kalpli insanların bile güzel olanı güzel isimlerle çağırdıklarını düşündü. “Ne müthiş bir özellik bu.” dedi içinden. Bunu der demez de biraz üzüldü tabii. Kardeşinin zıddı olan bir ismi ona verdiklerine göre oldukça çirkin olmalıydı. Yine de bunun üzerinde pek durmadı. Annesinden, kendisini dışarı çıkarmasını istedi. Annesi oğluna sevgiyle baktı. “Kış biter bitmez seni çıkaracağımı umuyorum.” dedi. “Ama o zaman da ne yazık ki kar olmayacak artık.”
Kara, “Neden?” diye sordu şaşkınlıkla.
“Zaman öyle aktığı için oğlum.” dedi annesi. “Kış bitince bahar gelir. Baharda da doğa canlanır ve havalar ısınır. O zaman da kar yerine yağmur yağar.”
Kara, doğanın öldükten sonra nasıl olup canlandığını anlamasa da bunun üzerinde durmadı. “Peki, ben hiçbir zaman karla oynayamayacak mıyım?” dedi üzüntülü bir ifadeyle.
Annesi buruk bir şekilde güldü. “Ne ben ne de baban bu yaşımıza kadar karla oynayabildik oğlum.” dedi.
“Nasıl olur anne, işte kar yağıyor. Şimdi bile çıkıp oynayabilirsiniz.”
“Hayır oğlum, hayır. Sen bu insanları tanımazsın. Eskiler olsa bizi çıkarırlardı elbette. Ancak dışarıdaki bu insanların bizi zerrece umursadıkları yok. Bahar ne zaman gelirse ancak o zaman dışarı çıkarırlar. O da bizim baharı karşılamamız için değil kendi işleri için…”
“Ben asla karla oynayamayacak mıyım yani? Ama bu haksızlık…” dedi Kara öfkeyle.
Annesi, oğlunun isyan etmesine oldukça şaşırdı. Ama onu üzmek de istemiyordu. Pencereye iyice yaklaştırıp, “Şu dağın zirvesini görüyor musun?” dedi. “İşte orada yaz kış kar hiç eksik olmaz. Belki bir gün… Neden olmasın… Baban ve kardeşinle… Oyun bile…”
Kara, annesi kesik kesik anlattıkça kardan çok dağı merak etti, hatta zirvesini… Orada olmayı öyle çok arzuladı ki, “Bahar gelince ne olursun beni oraya götür anne!” dedi.
Annesi, oğluna sımsıkı sarılıp, “Ah, sevgili oğlum, umarım, bir gün seni oraya götürürüm.” dedikten sonra üşüyen Kar’ın yanına uzanarak ona sımsıkı sarıldı.
Kar’ın Uykusu, Kara’nın Korkusu
Koskoca iki kış geçmesine karşın Kar ve Kara dışarı adımlarını dahi atmamışlardı. Oysa diğer sıpalar, çok soğuk günler dışında anne ve babalarıyla birlikte gruplar hâlinde alınıp götürülüyor, akşam olunca da geri getiriliyordu.
Kara, her gün bir umutla küçücük pencereye yaklaşıyor, hiçbir zaman göremediği o dağın zirvesini görmeyi umut ediyordu. Ama önceki günlerde olduğu gibi görüp görebildiği, zikzaklar çizerek uzayan bir yol ve onun iki tarafındaki meyve ağaçlarıyla nöbet tutan beş altı insandı.
Önceki günlerde olduğu gibi bu sabah da erkenden uyandı Kara. Anne ve babasının arkasından yürüyüp kapıya kadar geldi. Tek sıra hâlinde dışarı çıkmayı bekleyen katırlarla eşekler Kara’ya her zamanki gibi acıyarak baktı. Kardeşiyle birlikte Kara’nın dışarı çıkarılmamasını anlayamıyordu hiçbiri. Ama nedense insanlar onlara böyle bir hayatı layık görmüşlerdi. Annesi, oğluna sarılıp gözyaşları döktü, babası oflayıp pufladı ama ellerinden hiçbir şey gelmiyordu. Biraz sonra kapıda Çoban Ahmet ile iki nöbetçi göründü. Hayvanlar teker teker dışarı çıkarıldı. Kara da tam çıkacakken iki nöbetçi önüne dikilip yerine dönmesini emrettiler. Kara, insanların konuşmasından bir şey anlamasa da davranışlardan ne demek istediklerini rahatlıkla anlayabiliyordu. Ayak diretti. Bugün ne olursa olsun çıkmalıydı buradan. Anne ve babası başta olmak üzere diğer hayvanların birlik olup kendilerini buradan çıkarmadıklarına şaşıyordu. Anırdı, tekmeler savurdu ama iki nöbetçi de oldukça güçlüydü. Boynundan kıskıvrak yakaladılar, sürükleye sürükleye her zamanki yerine götürdüler. Sonra da kapıyı hızla çektikten sonra üzerlerine kilitlediler.
Kar, bütün bu gürültü patırtıya rağmen uyuyordu hâlâ. Kara, gözyaşlarını akıta akıta pencereye koştu. Her gün yaptığı gibi pencereden karşı tepeye, meyveye durmuş ağaçlara, özgürce uçan rengârenk kelebeklere baktı. Burada esir edilmelerinin nedenini bir türlü anlayamıyordu. Bazı zamanlarda pencereye konup onunla saatlerce konuşan kekliğe de soruyordu bunu… Keklik, her seferinde, “Merak etme, bir gün elbette çıkacaksınız.” dediğinde Kara bir an umutlanıyordu. Ama sonra bunu, sırf onları teselli etmek için söylediğini düşündüğünden yeniden üzülüyordu.
Birazdan akşam inecekti ve karanlık, gördüğü bu şeyleri de yavaş yavaş silecekti. Silmekle bırakmayacak kocaman ağzını cama dayayıp onu yutmaya hazır bir canavara dönüşecekti. Keşke keklik gelseydi şimdi, her zamanki gibi ona tuhaf sorular ya da bilmeceler sorsaydı, o da yoktu işte… En fazla bir yarım saat sonra karanlık ortaya çıkacaktı. Sonra da kollarını pervasızca dört bir yana açacaktı. Onu, kardeşini ve günlerdir ahırın arka tarafında zincirlerle sımsıkı bağlanmış ve bir ölüden farkı olmayan boğayı yutacaktı. Sonra da ortalığa daha bir yayılacaktı.
Gözlerini kırpmadan dışarıya bakarken güneşin tamamen kaybolduğunu fark etti. İçinde bir ürperti hissetti. Kısacık hayatının tecrübesiyle karanlığın her zaman güneşi kolladığını öğrenmişti çünkü. Sivri kulaklarını dikip daha da sivrilttikten sonra korkuyla ahırın içine baktı. Karanlıkla baş edebilmesi için kullanabileceği hiçbir şey yoktu. Karanlığın tek bir düşmanı vardı, ışık. Işığı açmak için bahçeye çıkması ve oldukça yüksekte olan elektrik düğmesine basması gerekiyordu. Ama ne dışarı çıkabilirdi ne de anahtarın olduğu yere uzanabilirdi bu boyuyla. Kardeşine baktı. Dünya umurunda değildi her zamanki gibi.