Evlendiklerinde babam kırk iki, annem yirmi dört yaşındaymış. Okul okumayıp evde koca bekleyen bir kız için küçük sayılamayacak ama geç evlenen babamın yaşı düşünüldüğünde, annem için çok genç kabul edilen bir yaşta evlenmişler. Ablamın doğumundan on iki, benim doğumumdan beş yıl sonra meme kanserinden annem ölünce babam bunu hiç kabul edememiş! Zaten zorla kabul ettiği evliliğinde yaşanan, hepimiz için çok talihsiz bu olay, benim pek farkında olmadığım yıllarda onu iyice yıpratmış. Yakınlarının bütün istemelerine rağmen ikinci defa evlenmeyi hiç istemedi. Annemin ölümüne aralarındaki yaş farkının yarattığı mutsuzluğun neden olduğunu düşünerek ve zaman zaman bunu bize hissettirerek yaşadı ve bütün duyarlı insanlar gibi içine kapandı!
Otobüs durağını görüyorum, ama daha var. Yirmi üç numaralı otobüse, duraktan, ilk birkaç yolcu biniyor. Adımlarım zihnimdeki düşüncelerim gibi çok hızlı.
“Sorumlu bir anne ve baba için dünyaya getirilmiş çocuk, hayatın en iç burkucu en hassas bağıdır ve yüküdür!” Babam bu can sıkıcı sözleri düzenli aralıklarla bize söyleyip dururdu; o zamanlar pek anlamazdım. Çok sonraları kızım dünyaya geldiğinde anladığımda da vakit çok geçti!
Yirmi üç numaralı otobüs, yeterince hareketlenmemiş caddede, her zamanki yerinde ve alışılmadık bir durum yok. Durağa ulaştığımda her zamanki yolcular ve sürücü içeride oturuyorlardı. Gökyüzü kara bulutlarla kaplı. Etrafta ağarmayı bekleyen kirli bir karanlık var. Otobüsün içindeki ışıklar yanıyor ve motoru çalışır durumda. Sürücü her sabah olduğu gibi koltuğunda somurtmuş ve sinirli görünüyor. Esmer zayıf yüzünün içindeki gözleri henüz uykudan kopmamış. Sol eliyle direksiyonu tutarak oturuyor. İp gibi ince gri kravatı, çoğu yoksul memurunki ile aynı. Eski beyaz gömleğinin üstündeki, eski gri takım elbisesinin yakası, saçlarından bulaşan yağlarla kirlenmiş. Biletimi attıktan sonra öğrenci kimliğimi istemesine fırsat vermeden gösteriyorum. Onun bana ve çevreye fırlattığı sinirli bakışlarını hiç sevmiyorum. Otobüsün içinde oturanlar, birbirlerinden olabildiğince en uzak noktalara oturmaya özen göstermişler. Camlarda yansıyan görüntülerin içinden, dışarıdaki soğuk ve kirli sabah alaca karanlığını seyrediyorlar.
Yağış yüklü bulutlarla gökyüzü yağmaya hazır bekliyor. Üç gün önce yağan yağmura benzer bir yağmur yağacak sanırım. İçeridekilerin yüzlerine bakmadan, devamlı yaptığım gibi en arkaya gidiyorum. Burası kapıya yakın, inmek kolay oluyor. Otobüsün motoru hırıltıyla ısınmasını sürdürüyor. Camda yansıyan titrek görüntümden hoşnut değilim! Dün gece uyku tutmadı geç yattım. Yüzüm şişmiş ve hâlâ inmedi. İçerideki ısı, soğuktan uyuşmuş burnumu gıdıklıyor. Biraz sonra kalkmamız gerekiyor. Evden çıkarken babamın gürültülü horlaması peşimden merdivenlerden yuvarlanarak geliyordu. Huzursuz ve mutsuz bir yaşam sürdüğünü biliyorum. Issız bir dağ gibi yapayalnız. Artık çok seyrek yaptığımız sessiz sohbetlerin derdine çare olmadığını anlıyorum! Ama onun için yapacağım çok fazla bir şey yok. Birçok yeri yaşlandığı için yıpranmış, yıkılmış ve onarılması mümkün olmayan eski bir yapı gibi görünüyor hep.
Yirmi üç numaralı otobüs gitmek için son hazırlığını yapıyor. Suratsız sürücünün gaz pedalına basıp motoru, vın vın, diye öttürmesi bunun en belirgin işareti ve ağır ağır gitmeye başlıyoruz. Dışarıda kaymaya başlayan binaların, yağmur suları ile boyaları silikleşmiş eski duvarlarında, babamın yaşadığı yılların yorgun yüzünü görüyorum sanki! Aslında onun ölme ihtimalinin gittikçe yaklaştığını ve üstüme gelen kaçamadığım büyük bir korku gibi gördüğüm için üzülüyorum! Benim için ne kadar yaşlanmış olsa da, o benim babam ve yanımda olması güven veriyor, yoksa çok yalnız kalırdım, ne yapardım! Bazen koca bir hafta birbirimizle hiç konuşmuyoruz. Çoğunlukla onu evde yatağında ya da televizyonun karşısındaki koltukta dün akşam olduğu gibi uyur buluyorum. Televizyonu yavaşça kapatıyorum. Oturduğu koltuktaki, boynu yana düşmüş hâline bakıp önce uyandırmaya çekiniyorum! İçinde bulunduğu yıpranmışlığı bir süre yüzünde izliyorum. Sonra acıyarak ona yaklaşıyorum! Ölmüş olabilir mi? diye düşünüyorum irkilerek! Vücudumdaki bütün tüyler ayaklanıyor! Bazen şimdiki gibi horlamıyor ve ölmüş birisi gibi görünüyor! Ürpererek korkmaya başlıyorum! Göğsündeki hafif titremeler bu korkumu azaltmıyor. Yerde, koyu yeşil, yaprak desenli, göbekli, eski Isparta halının üstünde, burnu kapalı, altı kösele siyah terliğinin biri ayağından çıkmış. Bunu gördükten sonra bütün savunmasızlığı ile karşımda duran yaşlılığına şimdi daha çok acıyorum ve: “Baba, baba!” diye ürkek ve kendinden emin olmayan bir sesle ölmüş birine dokunur gibi sertleşmiş, kahverengi çillerle lekelenmiş elinin üstüne dokunuyorum! O da benim gibi çabuk uyanıyor uykusundan. Gözlerinin beyazı sararmış, siyahı ağarmış. Her an ölecekmiş gibi duran gözlerine bakıyorum. Hırıltıyla:
“Neden geç kaldın?” diyor. Vakitleri birbirine karıştırmış, oysa daha ilk akşam. Ben yine de onu kırıp incitmemek için hoşlanacağı bir şeyler uyduruyorum. Halının üstünde biraz uzağa kaymış terliğini ayağına geçiriyorum. Pek belli etmese de bu davranışımdan, ona sahip çıkışımdan hoşlanıyor; bunu hissediyorum. Oturduğu yerden kalkmak istediğini belli ediyor. Elini tutuyorum. Ayağa kalktıktan sonra bana hiç ihtiyacı yokmuş gibi elimi bırakıyor. Ne kadar güçlü görünmek istese de o eski günlerinden artık çok uzaklarda. Sessizce önce tuvalete, sonrada uyumak için yatağına giderken bunu her defasında tekrar tekrar görmek içimdeki sıkıntıyı arttırıyor!
Dün akşama ilişkin bütün bu anlattıklarımın içinde dolaşırken otobüsün camından yansıyan görüntüm, dışarıda, kirli karanlığın içinde kayan nesnelerin üstünde uçuyor. Çınarlı Durak’a daha var; az sonra yazlık sinemanın önünden geçeceğiz.
İsminin çok sonradan Sadberk olduğunu öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kız, gelir mi Çınarlı Durak’a, diye düşünerek, babama ilişkin görüntülerle iyice işgal edilmiş zihnimi boşaltmaya çabalıyorum.
Her zamanki sessizliğine gömülmüş yazlık sinemanın yanından geçiyoruz. Ben çocukken oysa önünde, yaz akşamları kopan kıyameti düşününce onun sessiz ve terk edilmiş hâli içimi acıtıyor! Ufak haftalıklarla, orada, burada, çalışan işçi çocuklar, işsiz gençler, erkek öğrenciler, tahta sandalyelerde, büyük beyaz beton perdenin önünde, aileler, iş güç sahipleri veya ayrıcalık düşkünü birkaç arkadaş, beyaz badanalı briketten örülmüş localarda seyrederlerdi filmleri. Gürültülü sahnelerden yayılan sesler yankılanırdı etraftaki binaların duvarlarından. Kabak veya gün çekirdeği çıtırdatarak yıldızlardan dökülen ışıkların altında seyredilen filmlere bayılırdım!
Otobüsümüzün yol aldığı Harun Bey Caddesi, cadde adına yakışmayacak kadar gösterişsiz. Çınarlı Durak bize doğru ağır ağır yaklaşıyor. Durakta bekleyenlere bakıyorum ilgiyle. Yüzü çıkık elmacık kemikli kızı göremiyorum. Durağın sağını solunu yokluyorum merakla, ama ne yazık ki yok! Hayal kırıklığına uğrayıp üzülüyorum ve garip bir şekilde ürperiyorum! Oysa ona ilişkin daha henüz pek bir şey yok bende; sesini bile duymadım! Bende ona dair olan o yağmurlu sabaha ait ıslanmış, suskun, ürkek görüntüsü!
Yirmi üç numaralı otobüs, içindekileri öne savurarak sert bir frenle duruyor Çınarlı Durak’ta. Yolcular soğuktan ve beklemekten bıkmış gibi görünüyorlar.