Piyasa taksisi hızla yol alırken, bütün yaşadıklarımı gerçeğin dışında oluşan bir oyun gibi algılıyorum; tek seyircisi biricik kızımızın olduğu, tatsız ve kötü oyunu Sadberk’le birlikte biz sahneye koyuyoruz. Bu bölümü kimin nasıl oynadığının bir önemi yok. Kavgaların bile eski heyecanını yitirdiği sıkıcı bir oyun bu. Aslında hiç iyi değilim ve çok sıkılıyorum! Tesadüfen veya bilmeden ikinci kez seyretmeye gittiğimiz filmin can sıkıntısı gibi bir şey değil bu, çok yıpratıcı! Belki de sonu gelmez bir koşuda koşan maratoncu gibi başımın içinde ağrıyıp duran beynim yıldızlara bunun için ışınlanıp kendinden kurtulmak istiyor. Bedenimle beynimin, şimdi olduğu gibi ayrı telden çalmaları beni dehşete ve tuhaf bir gerilime sürüklüyor. Sürüklendiğim boşluklarda hem kendimi çaresiz görüyorum hem de kopup uzaklaştığım mekânları anlamsız buluyorum. Aslında neyin anlamlı neyin anlamsız olduğu da zaman zaman önemini yitiriyor ya! Şimdi beni hırpalayan şey beynimle bedenim arasındaki uyumsuz ve amansız rekabetin dış dünyayı algılayıp anlamada, beni hâlsiz, çaresiz şu anda olduğu gibi belki de ismini tam olarak koymadığım garip bir gezegene fırlatması gibi bir duyguya ve duruma sürüklemesi.
Sadberk, yani karım, bağırması kulaklarımın zarını yırtıyor. Aslında alnım soğuk, bunu hissediyorum. Fakat başımın içi nefeslenip nefeslenip kükreyen volkanlar gibi. Her şeyi yarıda kesip arkada bırakıp bağ evine gidiyorum. Buna karar verdim. Orada karanlığın içine uzanıp fıstık, incir ağaçlarının ve üzüm kütüklerinin huzurlu sessizliğine katılmalıyım. Sessizlik, karanlık, yalnızlık, hayat, acı çekmek, çatışma, yok olmak, ölüm, üremek, sevmek! Bütün bu kavramların içinde mayınlı bir tarlada gezer gibi geziyorum. Büromda, elektrik tesisat proje dosyaları, bitirilmeyi bekleyen yığınla iş, masamın üstünde hiç susmayan telefon, içeri girip çıkan bir yığın yalancı adam… Çoğunlukla akşamüstü bir şeyler istemek için arayan kızım ve Sadberk… Vücudum, iyice gerilmiş olan kasların daha da kasılması ile boynumdan sırtımın ortalarına doğru dalga dalga yayılan yeni bir titreme ile irkiliyor.
İncir Yaylası’na gitmek istediğimi söylediğim andan beri, orta yaşlı taksi sürücüsünün yüzü, küflenmiş kabak çekirdeği yemenin buruşukluğu içindeydi. Yüzündeki ifadenin bende yarattığı etki kötüydü. Bu insanlar karşısındakilere hiçbir şey söylemeden oturabilir, sessiz, fakat çok şey anlatan duruşları ile insanı mahvedebilirlerdi! Önümde pısırık pısırık oturan, orta yaşlı sürücüye, içimdeki, dışımdaki beni rahatsız eden hissedebildiğim her şeye, duyduğum öfke ile baktım!
Kokusundan hoşlandığım fıstık ağaçlarını düşünüp yol kenarında mola vermek isteyen yorgun yolcu gibi rahatlamak istiyorum. Dinlenmeye ihtiyacım var. Yaşlı bir fıstık ağacına sırtımı dayayıp onun kabuklu gövdesinden dışarı, gözle görülemeyen akışkanlıkta sızan fıstık sakızının etrafa yayılan ve her kokladığımda bana geçmişimi hatırlatan kokusunda çocukluğumu ve beni gülümseten hatıralarımı aramak istiyorum.
Şehrin içindeki uzun ve birbirine bağlanan kısa yollardan kıvrılarak geçerek büyük araçların göründüğü daha geniş bir yola tırmanıyoruz. Şehrin kalabalığı ve kaosu arkamızda eriyordu. Geniş yolda taksinin daha da hızlanmasıyla, orta yaşlı taksi sürücüsünün açık duran penceresinden, patır patır, patlayarak içeri dolan sıcak hava, onun ter kokusuna iyice bulaşarak yüzüme doğru savruluyor ve arabanın içini daha da çekilmez hâle getiriyordu. Vaktinden önce dökülen saçlarına çokça üzülmesinin onda yarattığı mutsuzluk, yüz ve vücut diline iyice sinen orta yaşlı taksi sürücüsü, varlığı ile beni tedirgin ederken Sadberk çok şiddetlisini bu akşam evde yapmıştı; tabii ben de ona. Fakat şimdi onu dinleseniz varlığımın, bedeni ve ruhu için bu dünyadaki en büyük tehdit ve tehlike olduğunu söyleyecektir. Doğru olabilir. Haksız olduğunu kesinlikle söylemiyorum. Fırtınayla kabarmış bir denizdeki yolcular gibiyiz. Umutsuzluk ve yılgınlık bütün hücrelerimizi sarmış. Sadberk, ön taraftaki misafir odasında, zorlanarak aldığımız, hâlimize göre gösterişli mobilyaların içinde öfkeden sarhoş olmuş dolaşırken, beyaz ince boynundaki damarlarını morartarak: “Beni kıra kıra iri bir çöp yığınına çevirdin!” diyordu. Başta da söyledim onun haksız olduğunu söylemiyorum, benim de canımın yandığını söylüyorum. Bunu bilmesini istiyorum. Yıllar önce soğuk bir kış sabahında onu beraberliğimize ikna etmek isterken, ona inanmayıp sözlerine kırılıp sitem ettiğim Sadberk: “İnsanoğlunun geldiği evrim noktasında, birbirini hırpalamadan bir arada yaşaması, bu sorumluluğu kaldırması mümkün görünmüyor, onun için gelecekten endişeliyim!” demişti. Haklı çıkması, örselenip yıpranmış, yorgun, mutsuz, iki insanın ortaya çıkmasından başka bir işe yaramamıştı! Fakat ben böyle olmasını istememiştim, o da istememişti… Gariptir kendimize söz geçirmeden istemediğimiz şeyleri yaparak bu güne gelmiştik. Kimseye söyleyeceğimiz bir söz yoktu, her ne yaptıysak biz kendi ellerimizle yapmıştık ve bir arada durmamız her geçen gün biraz daha zorlaşıyordu.
Şehrin tedirgin edici aydınlığı, piyasa taksisi ondan kaçıp kurtulmaya çabalarken arkamızdan gökyüzüne savruluyordu. Dönüp arka camdan baktığım karanlık gökyüzündeki uzak yıldızların ışıltıları, sanki bu aydınlıktan hoşnut olmadıkları için hâlsiz parıltılar saçıyorlardı etrafa. Çevredeki fıstık ve incir ağaçlarının, üzüm kütüklerinin tedirgin edici karaltıları, ölüm gibi korku salıyor. Işıkları tek tük yanan bir iki katlı bağ evleri, birbirlerine uzak ve soğuk duruyor. Yakınlarda patlayan beş altı el silah sesi geliyor kulaklarıma. Hırsızları ürkütmek için sıkılan mermiler sanki Sadberk’in sözlerine dönüşerek gelip saplanıyor yüreğimin tam ortasına. Orta yaşlı taksi sürücüsünün kuşkulu ve tedirgin yüzü, az önceki silah sesiyle daha da geriliyor ve sağ taraftaki etli yanağında hafif bir titremeye yol açıyor. Sadberk’in sözleri aklıma bir bir geldikçe, biraz önce patlayan silahın mermilerini ben yemişim gibi yüzümü buruşturuyorum. Birçok mutsuz insan gibi birdenbire ölümü düşünmeye başlıyorum! Çaresizliğin ve imkânsızlığın elinde çırpınan ruhum için bir çözüm bulma peşine düşüyor ve ölüm ile yaşam arasındaki çizginin artık eskisi kadar kalın olmadığının farkına varıyorum. Buruşturduğum yüzümü orta yaşlı taksi sürücüsünün görmesini istemiyor ve başımı camdan yana iyice çeviriyorum. “Sen dünyanın en bencil, en kendini beğenmiş yaratığısın!” Gözlerimde fıstık ve incir ağaçlarının, üzüm kütüklerinin karaltısı, kulaklarımda Sadberk’in o güzelim sesini inanılmaz derecede çirkinleştirerek söylediği sözler. Bana bağırırken çirkinleşen sadece sesi değil, yüzü de farklılaşıyor. İnce kemikli parmaklarını havada şuursuzca öne doğru sallarken morarmış yüzü tanınmaz hâlde. Bağırırken sesindeki çirkinliği anlayamıyorum ve tahammül edemiyorum. “Sen beni yok ettin ben de seni bitireceğim!” Bu sözleri söylerken bana bağırmıyor da üstüme kusuyor sanki.
Benzeri yığınla yaşanan, öteki yaşamlara benzeyen hayatımız, içinden çıkılmaz hâlde ve biz daha fazla batmamak için ne yapacağımızı bilmiyoruz. Ben onu yıllar önce, okuduğum üniversiteye doğru giderken soğuk, karlı bir kış sabahında hayatını benimle birleştirmesi için ikna etmeye çabalarken o bana: “Hayat ve çevremde gördüklerim beni endişelendiriyor; önceleri belki de, samimi, içten başladıkları hayatlarını yavaş yavaş kirletiyorlar insanlar. Onlara benzemekten, yanlış bir hayat yaşamaktan korkuyorum!” diyerek endişelerini sürdürmüştü. Korktuğu yalnız onun değil benim de başıma gelmişti ve geçmişte konuşulanların bugüne bir yararı yoktu!
İçim yanıyor, görünmez bir el boğazıma yapışıyor sanki! Telaşla öksürüyorum.
Şehirden uzaklaştıkça gökyüzünde