Durmadan yaşlı adamın bu sözleri aklına geliyordu. Bu yüce iyiliğe, içimizdeki kötülüğün kalesi olan gurura karşı çıkıyordu. O din adamının onu affetmesinin, içindeki iyilik duygularını harekete geçiren en büyük ve en çetin saldırı olduğunun belli belirsiz bilincindeydi; bu merhamet duygusuna direnmeyecek olursa içindeki bütün kötülüklerin sona ereceğini biliyordu. Eğer şimdi buna boyun eğecek olursa bunca yıl boyunca diğer insanların eylemlerinden dolayı vicdanını dolduran öfke ve nefretten vazgeçmek zorunda kalacaktı. Onu fetheden iyilik duygusu yüzünden kötü kalamayacaktı ama o, kötü bir adam olmak istiyordu. İşte o anda, onun kötülüğü ile vicdanının derinliklerindeki asıl Jean Valjean’ın iyi yüreği arasında muazzam ve nihai bir mücadele başlamış oldu.
Bu aydınlanmanın sarhoşluğuyla yoluna devam etti. Bitkin gözlerle yürümeye devam ederken Digne kasabasında yaşamış olduğu maceranın acaba ne gibi sonuçlar doğuracağının farkında mıydı? Yaşamın belirli anlarında vicdanı uyaran ya da zorlayan tüm o gizemli mırıltıları anlayabiliyor muydu? Sersem gibi olmuştu, beyni zihnindeki büyük kavgadan uğulduyordu, artık onun için bir orta yol kalmamıştı. İçinden bir ses, sağduyusu olmalıydı, iyi yürekli olma zamanının geldiğini, aksi hâlde deyim yerindeyse sefillerin en sefili olarak öleceğini söylüyordu. İyi yürekli bir melek mi yoksa kötü biri olarak kalıp canavar olmak mı istiyordu, karar vermeliydi.
Burada yine bir şeyi sorgulamamız gerekiyor, o da Jean Valjean’ın iç dünyasında olup bitenleri nasıl bir gözle gördüğünü. Talihsizlikler, elbette ki daha önce de söylediğimiz üzere zekâsı gelişmiş kişilerin önemli sonuçlar elde etmesini sağlayabilirdi. Jean Valjean’ın ise burada belirttiğimiz her şeyi çözebilecek durumda olup olmadığı şüpheliydi. O sadece bu duyguların etkisi altında kalabilirdi ve bu etkilerin ona gerçek anlamda acı verdiği de doğruydu. Piskopos, onu mahkûmiyet denen o karanlık ve biçimsiz durumdan çıkarırken vicdanına dokunarak şaşkına çevirmişti. O ise bu şaşkınlıktan kurtulmaya çalışıyor, kurtulmayı başaramadıkça da öfkeleniyor, huysuzlaşıyor, iyiliğin varlığını kabullenmek istemiyordu. İyilik, saflık ve ışık dolu bir yaşamın parlaklığı onun titremesine ve korkmasına neden oluyordu. Artık bu dünyada tam olarak nerede olduğunu kestiremiyordu. Güneşin doğuşunu ansızın gören bir baykuş gibi, mahkûmun gözleri de kamaşmış ve âdeta erdemle kör olmuştu.
Kesin olarak bildiği tek şey, şüphe duymadığı tek şey, artık aynı adam olmadığıydı. Bu kadar kısa süre içerisinde nasıl da böylesine değişebilmişti? Piskopos, bunu hiç dillendirmemiş olmasına rağmen yegâne sebebiydi, bunu kesinlikle biliyordu. İşte bu duyguların etkisi altında kalarak bu etkiden kurtulabilmek için Küçük Gervais’nin parasını çalmıştı. Neye yaramıştı? Bunu kesinlikle açıklayamıyor, büyük bir pişmanlık yaşıyordu. İçindeki kötülük dürtülerinin etkisiyle kazanmış olduğu güç duygusu onu mutlu etmiyordu. Basitçe şunu söyleyebilirdik ki o anda o parayı çalan aslında Jean Valjean değil; onu kuşatan kötülük duygularıyla hareket eden, şimdiye kadar duyulmamış düşüncelerin arasında mücadele ederken alışkanlık ve içgüdüleriyle bu paraya el koyan, içindeki canavardı.
İşte bu duyguların pişmanlığı sonucunda yeniden kendine geldiğinde yaptığı hareketin korkunçluğunu idrak ederek büyük bir vicdan azabı yaşamıştı Jean Valjean. Bu nedenle, öylesine korku dolu bir iniltiyle geri çekilmişti. O çocuğun parasını çalarak ne kadar kötü olduğunu, vicdanının ne kadar taşlaşmış olduğunu kanıtlamak istemişti ama artık anlıyordu ki direnmesi nafileydi, onun yüreği değişmişti.
Her ne olursa olsun, yapmış olduğu bu son şeytani eylemin etkisi üzerinde büyük izler bırakmıştı. Zihninde taşıdığı o büyük kaosu birdenbire darmadağın etmiş, yüreğinin bir tarafına karanlığı diğer tarafına aydınlığı yerleştirmişti. Birdenbire iyi ve kötüyü birbirinden muhteşem bir ustalıkla ayırt edebilen bir adama dönüşmüştü. Zihninde gerçeğe dair büyük bir pencere açmayı başarmıştı. O, artık tam anlamıyla aydınlığa kavuşmuştu. Bu yüzden de şimdi tüm etkilerden arınıp parasını geri vermek üzere çocuğu bulmaya çalışmalıydı. Ancak bunun ne kadar imkânsız olduğunu da çaresizlikle fark etti. Yine, “Ne kadar sefilim!” diye hayıflandı. Neler olduğunu şimdi tüm açıklığıyla idrak ediyordu. Kendisini gözünün önüne getiriyor, gördüklerinden iğreniyordu. Artık bir hayaletten başka bir şey değilmiş gibi görünüyordu. Önünde etten ve kandan oluşan, iri yarı, kılıksız, çok güçlü bir adam duruyordu ve aynı adam zavallı, ufacık bir çocuğun parasını zorla, onu korkutarak elinden almıştı. Jean Valjean; çantası başkasından çaldığı bir sürü eşya, zihni korkunç bir nefret, yüreği ise intikam duygusuyla dolu bir adamdı.
Daha önce de belirttiğimiz gibi aşırı mutsuzluk onu, kuruntulu bir hayalperest hâline dönüştürmüştü. Tüm bu duygular onun doğasında vardı. Jean Valjean gözünün önünde canlanan o şeytani yüzden korktu. O, kesinlikle bu adam olamazdı. Dehşete kapıldı, kendisini çığlık çığlığa bağıracakmış gibi hissediyordu.
Zihni, hayallerinin gerçekliği emecek kadar derin olduğu şiddetli ama yine de mükemmel derecede sakin anlarından birini yaşıyordu. Böylece iç dünyasını adamakıllı gözden geçirmiş oluyordu. İçinde, en derinlerde, gizli bir yerde önce bir meşale sandığı ışığı buldu. Vicdanına daha dikkatle baktığında bu ışığın yavaş yavaş büyük bir güçle aydınlandığını ve sonunda da bunun Piskopos’un aydınlık yüzü olduğunu anladı. Vicdanı, şimdi bu iki adamı; Piskopos’u ve Jean Valjean’ı sırayla mukayese ediyordu. İstemeden de olsa onun aydınlık yüzünden büyülendi. Piskopos, gözlerinde büyüyüp parladıkça Jean Valjean’ın zihnindeki tüm diğer hayalleri ezip geçiyordu; Jean Valjean, bu görüntüyü zihninden çıkarıp atamıyordu. Kendisini ondan üstün görebilmeyi ne kadar çok isterdi oysa ki! Bir süre sonra artık bir gölgeden başkası değildi, bir anda her şeyi unuttu. Zihninde sadece hayran hayran baktığı Piskopos’un yüzü kaldı ve bu sefil adamın tüm ruhunu, muhteşem bir ışıltıyla doldurdu.
Hiç farkında bile olmadan Jean Valjean, yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir kadından bile zayıf durumda, bir çocuktan daha fazla korkarak yakıcı gözyaşlarına boğuldu. Ağladıkça içindeki tüm kirli duygular yıkanmaya, ruhuna gün ışığı gibi temiz duygular nüfuz etmeye başlamıştı. Olağanüstü, hem büyüleyici hem korkutucu nurlu bir ışıkla tüm zihni ve bedeni sanki o gözyaşlarının altında yıkanıyordu.
Geçmişini, yapmış olduğu ilk hatayı, bunun karşılığında ödemek zorunda kaldığı uzun kefareti, planladığı o kötülük dolu intikam planlarını düşündü; utanılacak, ders alınacak şeylerdi bütün bunlar. Bir çocuktan çalmış olduğu o kırk santim; bundan sonra onun yapacağı son korkakça, son sefil eylem olacaktı.
Kaç saat bu şekilde ağladı? Ağladıktan sonra ne yaptı? Nereye gitti? Bunu hiç kimse bilmiyordu. Yalnız, o sıralar oradan geçen yalnız bir arabacı vardı ve bizi ilgilendirecek bir şeye tanık olmuştu. Dediğine göre bir sabah perişan kılıklı bir adam; Piskopos’un ikametgâhı olan eve giderek Monsenyör Bienvenue’nün kapısına çökmüş, dua ediyormuş ve arabacı, daha önce bu adamı hiç görmemiş.
Üçüncü Kitap
1817 Yılında
I
1817 Yılı
1817, XVIII. Louis’nin gururunu kaybetmeyen belirli bir kraliyet güvencesiyle, saltanatının yirmi ikinci yılını sürdürdüğü dönemdir. Bu, M. Brugiere de Sorsum’un meşhur olduğu yıldır. Pudra ve sorguç denilen saç modelinin geri geleceğini uman tüm berberler dükkânları