“Bu Tholomyès gerçekten tuhaf bir adam!” diye konuştu diğerleri saygıyla. “Hayret bir şey! Bu ne enerji böyle!”
Fantine’e gelince onu seyretmek, büyük bir zevkti. O gün öylesine mutluydu ki bembeyaz dişlerini her an gösterecek biçimde kahkahalar atıyordu. Uzun beyaz iplerle dikilmiş olan hasırdan şapkasını başında taşımaktansa elinde taşımayı tercih ediyordu. En ufak bir esintide dağılmaya müsait, kolayca çözülebilen gür, dalgalı saçlarını sürekli sıkıca bağlaması gerekiyordu; söğüt ağaçlarının altında tıpkı bir peri kızı gibi görünüyordu. Pespembe narin dudakları büyüleyici kıvrımlara sahipti. Dudaklarının şuh biçimde yukarı kalkmış köşeleri, uzun, gölgeli kirpikleri karşısındaki insanı etkileyecek derecede muazzam bir güzelliğe sahipti. Sade ancak bir o kadar da zevkli giyinmişti; elbisesi narin bedeninin bütün hatlarını meydana çıkarıyor, ayakkabılarının atkıları devrin modasına uygun bir şekilde bileklerinde birleşiyordu; elbisesinin üzerine Fransız ipeğinden yapılmış leylak renginde ince bir ceket giymişti. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ondan çok daha özgür davranan diğer üçü, kişiliklerinin verdiği etkiyle olacak, açık saçık yazlık elbiseler giymişlerdi; elbiselerini ve şapkalarını süsleyen çiçekler, kendilerinden daha güzel değildi. Ancak onların bu cüretkâr kıyafetlerinin yanında Sarışın Fantine’in saflığı, şeffaflığı, masumluğu ve aynı anda hem gizemli hem de açıkça sergilemekten çekinmediği suskunluğu, nezaketin cezbedici bir lütfu gibi görünüyordu. İnce ve duygulu bir göze göre o, üçünden de çok daha güzel ve alımlıydı. Yaşamda da genel olarak durum böyle değil midir? En bilge insan; herkes tarafından, en güzel olmasına rağmen hep en sade olarak görülmemiş midir?
Onun sahip olduğu bu güzelliği tarif etmek güçtü. Masmavi gözleri, uzun kirpikleri, ufacık elleri ve ayakları, bembeyaz teni, bileklerinde yer yer belli olan morumsu damarları, kıvrak bedeni ile tam anlamıyla genç ve taze bir güzellikti; hafifçe dolgun olan yüzü, çehresinin çok daha çocuksu görünmesine neden oluyor, onu büsbütün çekici hâle getiriyordu. Öylesine yapmacıksız tavırları vardı ki gören onun muazzam bir terbiyeyle yetişmiş olduğunu düşünürdü. Şayet kibar bir ailenin kızı olarak ünlü davet ve salonlarda salınmış olsaydı nice yazarların adına methiyeler düzeceğine, onu tanrıçalara benzeteceğine hiç şüphe yoktu.
Fantine, çok güzel bir genç kadındı ve bunun farkında bile değildi. Böylesine muhteşem görünmesine karşın o sadece zavallı bir işçi kızdı. Tanrı vergisi güzelliği de onun sahip olduğu tek süsüydü. Nereden geldiği bilinmiyor olsa da geçmişi gölgelerin ardında kalan bu genç kadın, safkan zarafetten oluşuyordu. Her türlü dış ve iç güzellikleri kendisinde toplamış, müstesna bir varlıktı.
Fantine’in ne kadar neşeli olduğundan bahsetmiştik ancak bir o kadar da mütevazıydı.
Onu dışarıdan dikkatle inceleyen bir gözlemci; yaşının, mevsimin ve yaşadığı aşkın vermiş olduğu sarhoşlukla, karşı konulmaz bir çekingenlik ve alçak gönüllülük timsali olduğunu söyleyebilirdi. Biraz aklı karışmış gibi de görünüyordu. Onun için söylenebilecek tek bir gerçek vardı: Tholomyès’in metresi olduğu. Ancak gözlerinde hiç değişmeyen ve karşısındaki insanları pek az yanıltan o kutsal bakire bakışı, yüzünden hiç kaybolmuyordu; yaşadığı aşk, onu hiçbir suretle kirletmemişti.
Birdenbire yüzünü kaplayan ciddi ve neredeyse katı saygınlık ifadesi; yaşadığı neşenin bir anda yok olmasına, düşüncelere dalmasına neden olsa da hiçbir zaman dış görünüşünde tuhaf ve rahatsız edici bir ifade olmuyordu. Tanrıçaları dahi kimi zaman kıskandıracak bir duruşa sahipti. Alnı, burnu, çenesi, her şeyiyle bütün olarak orantılı çehresinin etrafa yaydığı dinginlik onun gerçek kişiliğini temsil ediyordu. Dudaklarının kenarındaki masum kıvrımları, karşısındaki insanı bir anda aşka düşürecek kadar çekici ve cezbediciydi bu iffet abidesi güzel genç kadının.
Aşk; hatalarla dolu bir yoldur, her zaman da böyle olmuştur. Fantine ise hataların üzerinde yüzen masumiyetin vücut bulmuş hâlidir.
IV
Tholomyès, Mutluluktan Bir İspanyol Şarkısı Söylüyor
Tatilin başladığı o gün çok güzeldi. Sanki tüm doğa da bu gençlerle birlikte tatil yapıyor ve gülüyordu. Saint-Cloud’un çiçek tarhları havayı mis gibi kokularıyla dolduruyordu. Seine’den gelen hafif rüzgâr, yerlerdeki bütün yaprakları havalandırıyor; rüzgârda sallanan yasemin ağaçlarının dallarından arıların vızıltıları duyuluyordu. Çayırlıklardaki civanperçemleri, yoncalar ve yulaf başaklarının üzerini kelebekler süslüyor; Fransa Kralı’na atfedilmiş yemyeşil bahçelerinden kuş cıvıltıları yükseliyordu.
Güneşin ışıltılarına, tarlaların, çiçeklerin, ağaçların yemyeşil göz kamaştıran manzarasına dört neşeli çiftin gülen gözleri eşlik ediyordu.
Bu cennet gibi bahçelerin arasında durmaksızın gülüyor, çeşitli maskaralıklar yapıyor, yerlerde yuvarlanıyor, birbirleriyle şakalaşıyor, bütün günün keyfini çıkarıyorlardı. Bir tek Fantine çekimser duruyordu; biraz önceki canlılığı sanki kaybolmuş, üzerine tuhaf bir durgunluk çökmüştü. “Her zaman aklın karışmış gibi bakıyorsun.” dedi Favourite, onun bu durumunu fark edince.
Aşk böyle bir şeydir işte. Mutlu çiftlerin hayata ve doğaya karşı en derin çağrısıdır aşk; her şeyden, her dokunuştan, her bakıştan gözlere aktarılır. Bir zamanlar, tarlaların ve ormanların içinde özellikle âşıklar için yaratılmış, sonsuza dek birlikte olmaya karar vermiş ve birbirlerini çok seven çiftlerin yüreklerini aydınlatan bir perinin var olduğu söylenirmiş. Bu peri sayesinde bahar geldiğinde insanların yüreğinde o tatlı kıpırtılar başlarmış. Tüm asilzadeler, yoksullar, saraylılar, kasaba halkı; dediklerine göre hepsi bu perinin tebaasıymış. Güler, eğlenir, avlanır ve bu perinin dokunuşlarıyla insanlar gerçekleşen aşkın parıltısıyla ne büyük değişime uğrarmış! İşte, bizim gençler de şimdi bu nimetlerden faydalanıyorlardı. Fırsat buldukça kırlara koşuyor, güneşin altına serilerek konuşup koklaşıyor, birbirlerine tatlı sözler söyleyerek aşkın en güzel zamanlarını birlikte yaşıyorlardı. Güzel kadınlar işte böylesi muhteşem aşklara kendilerini teslim ediyorlar, yaşadıkları aşkın asla bitmeyeceğini düşünüyorlardı. Filozoflar, şairler, ressamlar ise bu coşkuları gözlemliyor ve bundan ne çıkaracaklarını bilemez hâlde şaşkına dönüyorlardı. Cythera bu anlarda kendinden geçer, Watteau kendi kendine hayıflanır, Pleblerin ressamı Lancret sanki masmavi gökyüzüne doğru uçmuş gibi aşağıdaki âşıkları izler, Diderot ise bütün aşk şiirlerine ilham olması için kollarını âşıklara açardı.
Kahvaltıdan sonra dört çift; Hindistan’dan yeni gelen, adı şu anda hafızamızdan tamamen silinmiş olan, o dönemde tüm Paris’i Saint-Cloud’a çeken bir bitkiyi görmek için Kral Meydanı olarak adlandırılan yere gittiler. Uzun saplı, tüylü, yapraksız ve iplik kadar ince sayısız dalları olan, minik milyonlarca beyaz tomurcukla kaplı tuhaf ve sevimli bir çalıydı gördükleri. Çiçeklerle süslenmiş bu çalı şekillendirilerek budanmıştı. Her zaman büyük bir meraklı kitlesi onu görmeye geliyordu.
Tholomyès çalıyı gördükten sonra, “Şimdi sizlere eşeğe