Madam Magloire’ın resmen dili tutulmuştu. Başka bir sessizlik anı yaşandı, sonra Piskopos yine konuşmaya devam etti:
“Madam Magloire, uzun zamandır o gümüşleri kullanıyor olmamız haksızlıktı. Onlar zaten fakirlere aitti. O adam kimdi? O da zavallı, yoksul bir adamdı.”
“Yüce Tanrı’m!” diye haykırdı bir kez daha Madam Magloire. “Ben ne kendimi ne de kız kardeşinizi düşünüyorum. Bizim için fark etmez. Ama Monsenyör, siz onları seviyordunuz, şimdi nasıl yemek yiyeceksiniz?”
Piskopos büyük bir şaşkınlıkla ona baktı.
“Ah, hadi ama. Kalaylı çatal kaşık diye bir şey yok mu?”
Madam Magloire mutsuzca omuzlarını silkti.
“Kalay çok kötü kokar.”
“O zaman biz de demir çatal ve kaşıklar kullanırız.”
Madam Magloire imalı bir tavırla yüzünü buruşturdu.
“Demirin de kötü bir tadı vardır.”
“Pekâlâ.” dedi Piskopos. “Tahta olanları kullanırız biz de.”
Birkaç dakika sonra, Jean Valjean’ın önceki akşam oturduğu masada kahvaltı ediyordu. Monsenyör Bienvenu, kahvaltısını yaparken hiçbir şey söylemeyen kız kardeşine ve ağzının içinde sürekli homurdanmaya devam eden Madam Magloire’a bakarak neşeyle şunları söyledi: “Bir tas sütün içine bir parça ekmek batırmak için gerçekten de ister gümüş olsun isterse tahta, ne çatala ne de kaşığa ihtiyaç var.”
Bu duruma artık daha fazla dayanamayan Madam Magloire, nihayet kendisini tutamayarak patladı: “Gerçekten çok güzel bir fikirdi.” dedi kendi kendine homurdanarak. “Böyle bir adamı eve almak gerçekten iyi bir fikirdi! Bir de onu kendinize en yakın konuma yerleştirdiniz! Siz onu misafir ettiniz, peki o ne yaptı? Hırsızlıktan başka hiçbir şey! Ne şans ama! Ah, yüce Tanrı’m! Bunları düşünmek bile insanı ürpertiyor!”
Ağabey ve kız kardeş tam masadan kalkmak üzereyken kapı çaldı.
“Girin.” dedi Piskopos sakince.
Kapı açıldı ve üç jandarmanın yaka paça yakaladığı Jean Valjean içeri girdi.
Grubun komutanı gibi görünen başka bir jandarma kapının yanında duruyordu. En son içeri o girdi ve askerî bir selam vererek Piskopos’a doğru ilerledi.
“Monsenyör.” dedi.
Bu söz üzerine, morali bozuk ve bunalıma girmiş görünen Jean Valjean, şaşkın bir tavırla başını kaldırdı.
“Yüce Tanrı’m, sadece bir papaz değil Monsenyör’müş.” diye mırıldandı kendi kendine.
“Sus!” diye emretti jandarma. “O, Monsenyör Piskopos’tur.”
Bu arada, Monsenyör Bienvenu yaşının izin verdiği ölçüde hızlı davranmaya çalışarak Jean Valjean’a doğru ilerledi.
“Ah! İşte buradasınız!” diye haykırdı neşeyle Jean Valjean’a bakarak. “Sizi gördüğüme çok sevindim. Çünkü giderken almayı unuttuğunuz şeyler var burada, size gümüşlerle birlikte karşılığında iki yüz frank daha alabileceğiniz şamdanları da almanızı söylemiştim. Neden onları da yanınıza almadınız?”
Jean Valjean gözlerini kocaman açarak Saygıdeğer Piskopos’a hiçbir insan dilinin açıklayamayacağı bir ifadeyle baktı.
“Monsenyör.” dedi jandarma komutanı. “O zaman bu adamın bize söyledikleri doğru mu? Gece karanlığında kaçar gibi koşarak gittiğini görünce konuyu araştırmak için onu yakalamıştık. Bu gümüşleri bulduk…”
“Ve size…” diyerek araya girdi Piskopos gülümseyerek. “Geceyi birlikte geçirdiği yaşlı bir papazın onları verdiğini mi söyledi? Durumun nasıl göründüğünün farkındayım. Ve siz de onu alıp buraya getirdiniz öyle mi? Bu, büyük bir hata!”
“Bu durumda…” diye kekeledi komutan. “Gitmesine izin mi vermeliyiz?”
“Elbette.” diye yanıtladı Piskopos.
Böylece jandarmalar Jean Valjean’ı serbest bıraktı.
“Serbest bırakıldığım doğru mu?” dedi, neredeyse anlaşılmaz bir sesle ve sanki uykusunda konuşuyormuş gibi.
“Evet, serbestsin, anlamıyor musun?” dedi jandarmalardan biri öfkeyle.
“Dostum.” diye konuşmaya devam etti Piskopos. “Gitmeden önce, işte şamdanlarınız. Alın onları da.”
Şöminenin üzerindeki iki şamdanı aldı ve Jean Valjean’a uzattı. İki kadın hiçbir şey söylemeden, hiçbir tepki göstermeden, Piskopos’u mahcup edebilecek hiçbir bakışta dahi bulunmadan olup biteni seyrediyordu.
Jean Valjean’ın bütün bedeni titriyordu. İki şamdanı mekanik hareketlerle ve uyuşmuş hâlde aldı.
“Şimdi.” dedi Piskopos. “Huzur içinde gidebilirsiniz. Bu arada, gelirken buraya bahçeden girmenize de gerek yok. Sokak kapımız her daim misafirlerimize açıktır. O kapı ne gündüz ne de gece üzerindeki o mandal haricinde başka hiçbir şeyle kapatılmaz.”
Sonra jandarmaya dönerek: “Sizler gidebilirsiniz beyler.” dedi. Böylece jandarmalar evden ayrıldı. Jean Valjean düşmüş olduğu durumdan dolayı neredeyse bayılmak üzereydi. Piskopos ona doğru yaklaştı ve alçak sesle şöyle dedi:
“Bu parayı dürüst bir adam olmak için kullanacağınıza söz verdiğinizi asla unutmayın.”
Söz verdiğine dair hiçbir şey hatırlamayan Jean Valjean’ın dili tutulmuştu. Piskopos bunları söylerken kelimeleri özellikle vurgulamıştı. Ciddiyetle konuşmasına devam etti:
“Jean Valjean, kardeşim, artık siz kötülükten çok iyiliğe yakınsınız. Bundan böyle artık vicdanınızı satın almış bulunuyorum. Onu karanlık ve düşmüş olduğu cehennem çukurundan çıkarıp Tanrı’nın merhametine sunuyorum.”
XIII
Küçük Gervais
Jean Valjean, o gün kaçarcasına kasabayı terk etti. Fark etmeden ayakları geri gidiyor olsa da önüne çıkan her türlü yolda hızlıca ilerledi. Bütün sabah boyunca hiçbir şey yememiş olmasına rağmen hiç açlık hissetmeden öylece dolaşmaya devam etti. Duyguları yine karışmıştı. İçinden yükselen korkunç bir öfkenin bilincindeydi ancak bu öfkenin kime karşı olduğunu kestiremiyordu. Piskopos’un gerçek anlamda onun vicdanına dokunduğu inkâr edilemezdi. Karşılaştığı ve yaşamının son yirmi yılında edindiği kötülük duygusuna karşı, bugün yaşamış olduğu bu anlar, onun kalbini yumuşatmış olabilir miydi? Bu ruh hâli onu fazlasıyla yormuştu. Dehşetle, talihsizliğin yarattığı adaletsizliğin ona verdiği ürkütücü sükûnetin içinde kaybolmak üzere olduğunu algıladı. Nasıl davranması gerektiğini bir türlü kestiremiyordu. Bu belirsizlik onu şaşırttığından jandarmaların onu tutuklamış olmalarını diliyordu, böylece en azından bu tür karmaşık duyguları yaşamamış olacaktı.
Mevsim kabul edilebilir ölçüde ilerlemiş olsa da şurada burada bulunan çit sıralarında hâlâ geç kalmış birkaç çiçek vardı. Yürüyüşü sırasında içinden geçerken kokuları ona çocukluğunun anılarını hatırlatıyordu. Bu anılar onun için dayanılmazdı, aklına gelmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Bütün gün boyunca böyle biçare hâlde, dile getirmediği düşüncelerin arasında boğuldu.
Çakıl taşları ve toprağın üzerine uzun gölgelerin düştüğü akşam saatine doğru