İngiltere’nin kaderini yönlendiren kötü işlere sürükleyen Birmingham esnafıdır. Transuval ve Oranj Cumhuriyetlerine savaş ilanı verdirten, vatan namına Güney Afrika’ya ordular gönderip haksız bir şekilde yetmiş beş bin kişinin kanına giren ve tam iki yüz yirmi milyon İngiliz lirası sarf eden hep o Birminghamlı esnaf ve onların bayrak taşıyıcısı Chamberlain’dir.
Almanya ve İngiltere’yi altüst eden, aralarını bozan emperyalizmdir.
Rusya’yı Uzak Doğu’ya, Orta Asya’ya gönderen spekülatörlerdir.
Sözün kısası hangi bir tarafını inceleyecek olursak olalım Avrupa hakiki medeniyet konusunda bu nama layık pek bir şey bulamayız. Avrupalının derisi biraz kazılacak olursa altında eski zamanların Haçlıları çıkarmış. Bu kanunu biraz açalım: Savaşlarda, sömürgelerde, sömürü arbedelerinde, siyasal mücadelelerde, ekonomi savaşlarında, her gün görüyoruz, o medeni Avrupalının hamurunda yine vahşet, olanca kudretiyle sürmekte olan hükümdür. Doğal anlamda Avrupalı medenileşmemiştir. Ahlak, -ki medeniyeti çevreleyen kıvamdır- zannolunduğu kadar ilerleyememiştir. Şimdiki toplumlar din kurallarına aykırı gelecek şekilde yalanlar üzerine kurulmuştur. Bencillik gelebileceği son dereceye kadar ulaşmıştır.
Başkalarını düşünmek Avrupalının kanında yoktur, Avrupalı insan soyunu sevmez. Müslüman, Mecusi onun gözünde insan değildir. İslam halkının ve Mecusi’nin cahiliye döneminde Hristiyanlara yaptıkları ile Hristiyan ve Avrupalının şu bilgi çağında başkalarına karşı göstermiş oldukları düşmanlıkla incelenecek olursa her iki medeniyet arasında esaslı bir karşılaştırma ve değerlendirme uygulanabilmiş olur.
Bu bakış açısı itibarıyla Doğu, İslam dünyası, Çin ve Japonya hiç şüphesiz Avrupa’nın üzerindedir. Uzak Doğu bilim insanları bu konuda her ne düşünüyorlarsa doğrudur. Doğu’nun doğal ve tabii uyumluluğu, iyilik ve merhamet hissi ve insancıllığı, inancı, tevazusu ciddi biçimde takdir edilecek düzeydedir.
Bundan dolayı hakiki medeniyetimizi terk etmek, Avrupa medeniyetinin sanayisi dışındaki özelliklerini temsil etmek şöyle dursun ahlak ve bağlılığımızı şimdiki hâliyle korumalıyız, onların yine kendi çerçevesinde evrim göstermesine bakmalıyız.
Bir örnek ile şu dikkat çekici noktayı aydınlatalım:
Yukarıda endüstriyel ilerlemelerinden bahsettiğimiz Japonya, Batı öğrenim biçimlerini tamamen almış ve derinlemesine incelemekle beraber Avrupa’nın sahip olduğu endüstri medeniyetinin dışındakilere asla rağbet etmemiştir. Ahlak ve millî görenekler “Doğu Güneşi” memleketinde mükemmel bir özen ile korunmuştur. Hatta şurası gariptir ki teknoloji ödünç alınırken Avrupa medeniyetinin diğer kısmının alınmamasına son derecede gayret gösterilmiş; toplum bu endüstri harici Avrupa medeniyetine büyük bir nefretle karşı duruş göstermiştir. Avrupa medeniyetinin endüstri haricindeki özelliklerini beğenen ya da alanlar Nippon memleketinde kötü gözle görülüyor. Orada millet, teknolojiyi kabul etmek üzere nasıl bir hızla koşuyorsa millî ahlakını korumak konusunda da aynı hız ve kuvvetiyle teşebbüs ediyor.
Şurasını anmadan geçmeyelim ki endüstriyel medeniyet, yani ahlak ve görenekler, ödünç alınamaz. Bireyler bu ahlaktan yaklaşık olarak yararlanabilir fakat bir millet, toptan ve bütün bireyleri için başka bir milletin ahlak ve göreneklerini alamaz.
Bu medeniyet millî ruhun meydana getirdiği görünümlerdir. Ruh, özellikle milletlerin ruhu istenildiği gibi az bir zamanda değişmez. Görünmeyen bir içyüzün ruhunun değişmesi bile bir milletin içeriğinin tümden değişmesi için yeterli değildir. Batının, içyüzünün, nesillerin değişmesi huyların ve kalplerin değişmesi gerekmektedir. Bahsedilen hakiki medeniyet göreneklerin, tarihin asırlarca sürmüş alışkanlıkların, iklimin ve yüzbinlerce çeşit etkileşimin ürünüdür. Bundan dolayı onun terk edilmesiyle diğerinin hemen ödünç alınması mümkün değildir.
Doğu ile Batı; Hristiyanlık dünyası ile Müslümanlık dünyası şöyle dursun, Avrupa’da, genel sınırlar içerisinde baktığımızda İngiltere medeniyeti ile Fransa medeniyeti bile sert bir tezatlık oluşturmaktadır. Fransa kanunları, yöntemleri, âdetleri, idare tarzı büyük Britanya’ya aktarılacak olursa orada genel hayatın birdenbire duracağı gibi varsayımsal olarak İngiltere kurumlarını Fransa’ya gönderecek olursa oranın da yağı kesilir.
Toparlarsak bir millet ilerlemek isterse endüstri medeniyetini alır, kendi medeniyetinin temel özelliklerini net bir mahafazakârlıkla korur ve onun yükselmesinin çarelerine bakar “lisanı gibi”.
Hint’te, Afrika’nın çeşitli bölgelerinde, Uzakdoğu’da yerli olup da İngiliz ya da Fransız terbiyesi görenler bu ilerleyen milletlerin üstün özelliklerini alamamışlar, yöntem ve âdetlerini hazmedememişler, yalnız sevilmeyen, beğenilmeyeni miras almışlardır. Bu gibiler ne Avrupalılara ne de kendilerine yarıyor. Düşünürleri Avrupalılığı hazmedemiyor. Avrupa’nın oyunları, görünüşü ve yüzeysel zevkleri bunlara pek hoş görünüyor. Sonuçta karakter kalmıyor. Çünkü karakter uzun sürede meydana gelir fakat hızla kaybolmak yeteneğine de sahiptir. Bu varlıklar iki zıt medeniyetin arasında kaldıklarından kendileri de bireysel olmanın değerinde, mutluluğa nail olamıyor.
İngiltere’nin, Fransa’nın en temel bilgi ve haber toplama aracı, en önemli temsilcileri bunlardır. Bundan dolayı geri kalmış milletlerin böyle çabuk medenileşmiş fertlerini beğenmeyip kötü görmeleri akıl dışı ve haksız değildir.
Hristiyan misyonerleri bu itibar ile dünyayı güzel ahlaktan uzaklaştırıyorlar. Suriye’de Katoliklik ve Protestan ecnebi ruhbanları bu vilayetlerimizde ne yazık ki toplumumuzun önemli bir kısmını ve özellikle gayrimüslim Arapları yoldan çıkarmışlardır. Misyoner ve özellikle Cizvit terbiyesi Beyrut’u, Lübnan’ı ve civarını bir düzen bozucu şekline getirmişlerdir. Eğer İslamiye gayreti, Muhammedî bir sağlamlık olmasaydı Suriye bugün ateş içinde kalmış olacaktı.
Adaletli bir şekilde incelenecek olursa artık o çeşitli Arap kiliselerinden hayır beklenmeyecek bir hâlde bulunduğumuz ortaya çıkacaktır.
Çin’deki Avrupalı misyonerlerin vazifesi toplumu ayrıştırmak ve millî birliğe engel olmaktır.
Kezalik birbirinden farklı misyonlar Mısır sınırları içerisinde Kıpti ırkını dünyanın en ahlaksız millet derecesine indiriyor.
Protestan papazları Hindistan’da, Çin’de de bu Kıptilere benzer unsur ve topluluklara ulaşarak onları elde etmeye çalışmışlardır. Paul Aden ile Doktor Gustav Le Bon’un ciltleştirdikleri çalışmalarında bu gibi garip medeni örneklerin, Amerika’da sosyal renklerini değiştiren zencilerin meziyetleri ibret vericidir. Bizim memleketimizde de “daha küçük bir ölçekte” bu gibi garipliklerle karşılaşılmaktadır.
Sonuç