Yahudilik küçük ve sınırları belirli bir din idi. Bu dinin genel bir içeriği olamazdı. Birçok kavim ve kabileler bu mezhebe bağlı olmadıklarından, din kurallarının rengi ve kokusunda esas itibarıyla daima Yahudilik hissedilir. Hâlbuki Hristiyanlık, daha ilk asır yayılmalarında, yalnız Filistin Yahudilerinin değil, bütün insan soyunun önemli bir kısmını etkisi altına almak konumunda bulunmak istediğinden içeriği daha genel, daha kapsamlı, daha geniş olmuştur. İslamiyet’e gelince, bu mezhep, Yahudilik, Nasranilik ve putperestlik gibi takip edilen yolların hepsinin ardından geldiğinden daha başka inancın, siyasal ve toplumsal deneyimlerin, daha büyük ruhsal dengelerin mahsulü olduğundan, elbette onların üstünde bulunmuştur. İslamiyet, kendinden önceki yol ve yolcuların hakkını verecek şekilde onları kaldırarak hükümsüz bırakmak kabiliyetini kazanmıştır.
İslam Doğu’da, çoğalmaya nail olunca böylece Batı kavimleri Hristiyanlık dünyasında ilerlemişler ve bunun sonucu olmak üzere on üç asırdan beri şiddetli dinsel ayrılıklar, ehl-i salibler [Haçlılar], engizisyonlar, Doğu meseleleri insan türünü haksız bir şekilde meşgul etmiş ve felaketlere sürüklemiştir.
Şimdiye kadar dünyaya gelen psikologların en büyüğü, en ululazmı hiç şüphesiz Hazreti Muhammed’tir. Bugün adedi üç yüz milyon tahmin edilen, insanlığın önemli bir kısmının binlerce senelik ihtiyaçlarını bilen ve ona göre din kuralları ortaya koyarak kitaplaştıran o yüce ve saygın kişidir.
Dünya tarihi bu kadar önemli bir zafer ve başarıyı şimdiye kadar kavrayamamıştır. Sakyamuni Buda’nın şan ve şeref halesi bile Muhammed şefaatinin etrafında sönmüş gitmiştir. İnsan sürülerini, milletleri, kavimleri, ırkları böyle harikulade simyevi bir vasıta ile temsil ettiren “ismiyle” yalnız İslamiyet olmuştur. Dünyanın, geçmişte, cihangiri olan Roma, hakkı olmadığı hâlde, en büyük kısmını yönetmekte bulunan Büyük-Britanya bile -ki tebaası altında yaşayan nüfusu, bütün Müslümanların sayısından fazladır.– böyle bir kabiliyeti gösterecek bir örnek ortaya çıkartamamıştı.
Müslümanlık Roma ve Büyük-Britanya gibi; Fransa ve Rusya gibi darbeler ve şiddet ile temsil edilmeye arzu duymamıştır. Bugün herkes Hindiler, Mısırlılar, Cezayirliler, Fransız ya da İngiliz olmaktan kaçar iken, eski çağlarda, Romalı olmaktan kurtulmak için silah bidest (silahsız bir şekilde) olarak millî müdafaada bulunur iken, vaktiyle Müslümanlığa dâhil olanların büyük bir çoğunluğu, ellerini açarak, İslam dinine kabul edilmek talebiyle, şerefli İslam diniyle şereflendirilmeye dua ederlerdi. O şart ile eskiyle olan ilişkilerini terk eder etmez, artık yeni iman ahalisi, kendi geçmişinin geleneklerini, milletlerini ve hatta lisanlarını bile feda etme derecesine varırlardı. Çünkü İslamiyet aslına bakılırsa milletlerin, kavimlerin, çeşitli ve farklı türlerde insanların da üzerinde ve yüksek bir konumda bulunan bir kardeşlik bağı olmak üzere vazedilmiştir. Özel millî duygular, İslamiyet bahis konusu olunca önemini bütünüyle kaybeder.
İşte, İslam’ın yayılma döneminde, bugünkü gibi zavallı insan türü milliyete dayalı ayrılıklardan usanmış, kavimlerin ihtiraslarından bıkmış olduğundan İslamiyet’in içeriğinde yer alan bu kardeşlik akidesinin yeterliliğini görmüş ve müminlerin kardeşliği fikrini İslam içerisinde cins ve tür ayrımı olmadan kardeşliğe dair hükümlerini, canını muhafazaya yarayan tılsım kabul etmiştir.
Bugün sosyalizm, kapitalizm ve aristokrasinin yöntem olarak kullandığı yolların birbirine tamamiyle zıt olmasına rağmen reddi milliye noktasında anlaşmış ve birlik olmuşlardır. Bugün gelinen durumda işçinin, sarrafın, asilin milliyeti yoktur ve olamaz. Birbirine olabildiğince zıt ve birbiriyle uygunluk gösteremeyen bu üç yeni mezhep ve yöntemin tarafı oldukları bir akideyi bundan on üç buçuk asır evvel Hazreti Muhammed dünyaya yayarak bütün insanlara İslamiyet bayrağı altına toplanmaları için doğru yolu göstermiş idi.
Bu yalnız sözlerde kalmamıştır. Sayısının üç yüz milyon civarında olduğu tahmin edilen birbirinden farklı cins ve renkler, birbirine zıt ve farklı lisanlarda ve farklı tabiiyetler altında yaşayan halk hep İslam dairesine girmek ile onun geleneklerini, ahlak ve adetlerini, hukuk ve idare tarzını almışlardır. İslamiyet silinmez bir boyadır. İslamiyet fetih ettiğini tekrar iade etmez. İslamiyet esasında bir yönüyle diyanet ve bir yönüyle de hükûmeti, yani manevi ve cismani iki ciheti ihtiva ediyordu. Süregiden zamanlar ile cisimsel açıdan tükenişe yüz tuttuğu hâlde, ruhsal açıdan asla önemini kaybetmedi. Aldığını geri vermedi. Bilakis o şiddetli Nasraniyet yönetimi altında bile inanan insanların artmasını sağladı.
Tarafsız olarak düşünelecek olursa bugün, İslamiyet olabildiğince önemli bir kuvvet meydana getirmektedir. Bu kuvvet, istikbalde, pek dehşetli bir rol oynayacak kabiliyettedir. İslam birliği, Müslümanların siyasi esaret altında olduklarına bakılmaksızın bugün mevcuttur. Doğrusu İslam birliği, Panislamizm, tamlaması bile lüzumsuzdur. Çünkü İslamiyet zaten bu birliğin düzenlenmesini tarif ve ihtiva eder. İslamiyet, her şeyden evvel, bir manevi bağlılıktır. Sona ermesi mümkün olmayan, Krupp ve Şnayder toplarının işleyemeyeceği maddesel olmayan bir bağdır. Onun maddesel bir şekil kazanması, içinde bulunduğumuz çağın meselelerinden biri değildir. Bu bağlılıklar “Soğuk kanlılık ile incelemelerimizi yürütüyoruz.” hiçbir maddi kuvvetin tesiri ile çözülemez.
Avrupa ve Hristiyan dünyası tarafından kötü bir şekilde gerçekleştirilen her zulüm, her şiddet, o çeliğin bir kat daha kuvvetlenmesine neden oluyor. İslamiyet’in kabiliyet temsilkariyesi vardır, temsilkariyesi yoktur; İslamiyet’e girilir, ondan çıkılmaz. Vaftiz sudan bir şey olup söz ile ortadan kalkar. İslam dinine girmek için ise hitan sünnettir4. Hitan merasimi gerçekleştirilen kimsenin, geçmişteki hâline iade olarak bu durumdan çıkmasına az imkân vardır.
Şu bulunduğumuz devirde İslamiyet siyasal açıdan bozguna uğramış durumdadır. Nasraniyet’e, idari açıdan Nasrani yönetim hükûmetine bağlıdır. Fakat hürriyetini vermekle İslamiyet gönlünü, dinî şartlarını, gaye-i emelini, ihtiraslarını, ya da lisanını vermemiştir. Müslümanların büyük çoğunluğunun bulunduğu yerlerde Hristiyanlık bir misafirliktir. Hint, İskender Rumi’den beri birçok fatihler gördü. O geniş sınırlar dâhilinde, kendisine yerleşmiş olan sabır ve inanç ile İngiltere’nin güneşinin batmasını bekliyor. Zira Mısır, aynı Büyük İskender’den beri nice sömürgecilerin zorbalıklarıyla zayıfladı, aciz kaldı. Onun da ruhu çok sabırlı, Ehrimen’in tepesinden, İngiliz ordusunun da diğer ordular gibi geldiği yere gitmesini gözleyerek bekliyor. Bunun gibi Kuzey Afrika, eski çağlarda dahi vaktini doğru tayin eden Latin istilasının sönüp tükenmesini umarak bekleyendir.
İslam, Batı ve Avrupa gibi endüstrileşmiş medeniyetin sunmuş olduğu eziyetlerle yorgun ve bundan dolayı geride kalmış değildir. Kanı dinlenmiştir. Kezalik dimağı da çeşitli yorgunluk ve zahmetlerin altında kalmamıştır. Ve Avrupa’nın misali, onun gösterdiği usul ve âdetler, alet ve edevat ile kendisinde büyük bir ümit, büyük bir neşe hasıl olmuştur. Hint’te Bengallilerin, Mısır’da Verdani’nin siyasal cinayetleri oldukça manidardır.
Hiç şüphesiz şu miladi 1913 senesinde İslam halklarının gözü, geçen asırlara nispetle daha ziyade açılmıştır. Bundan dolayı Avrupa’nın çekincesi, korkusu, endişesi oldukça doğaldır.
Fransa’nın Tahran Eski Sefareti’nde bulunan ve Eugene Oben takma ismiyle Mısır ve Hindistan’a dair bir eser yayımlayan bu kişi Suveyş’in öte tarafında