Bir diğer meseleyi de eleştirel gözlere sunalım:
Memleketimizde birçok insan ve özellikle bazı ileri gelen kişiler İttihad-ı İslam dediğimizde bir titreme hissediyor, ürküyorlar. Kendisi muhtaç himmet bir derde nerde kaldı gayriye himmet ede! Nakaratını tekrar ederek bu politikanın bizim başımıza birçok felaketler getirebileceğinden, devletimiz hakkında genel felaketlere sürükleneceğinden korkuyorlar. Başlangıç olarak, biz kendi işimize bakalım ondan sonra Cava’daki Müslümanların hâlini düşünürüz. Yahut Hindistan’ı zapt edelim derken Rumeli’yi kaybediyoruz. Veyahut Bu hayallerle İtalya’yı aleyhimizde bulunmaya tahrik ettik! gibi sözleri çok duyuyoruz. Bütün bu itirazlara teessüfler ederiz. Bu gibi çirkin açıklamalarda bulunanları zannederiz ki asla İslam birliğinin yüzeysel bir tanımından dahi haberdar olmamışlardır. Avrupalılar Ay yüzeyinin üzerindeki dağlar ve tepelere varıncaya kadar ölçüp dururken bizim içinde bulunduğumuz İslam dünyasını bilmezliğimiz, ne gibi bir dinsel çevre, toplumsal, siyasal ve ahlak dâhilinde yaşadığımızı incelemezliğimiz doğrusu affolunur rahatlıklardan değildir. İttihad-ı İslam, yayınımızda devam edecek bölümlerden de anlaşılacağı üzere büyük bir ısrarla duacı olabileceği gibi azim bir faydayı da uyandırabilir. Herhâlde İslam dünyası ve onu işgal eden ve tabii ki bütün Avrupa’yı ve hatta genel olarak dünyayı uğraştıran meseleyi bilememek, bilmek istememek, tabirim müsamaha ile görülsün, bir cinayet teşkil eder. Dar’ül-hilafenin göbeğinde İslamların ahvaline bu derecede lakayıt olmak zannetmem ki Avrupalılar tarafından oldukça rağbet gören tarz ve huyları incelemekte muvaffak olsun! Öncelikle İslam dünyasını ve onunla ilişkileri olan işleri bilelim. Ondan sonra hareket hattımızı tayin ederiz.
Bu gibi yayınlar Avrupa’yı kızdırır, hiddetlendirirmiş. Demek oluyor ki Avrupa bu derecede kolaylıkla hiddetlenmeye hazırmış! Öyleyse o yaşlı azgın hayvan bundan başka şeylerle de köpürür. Bundan dolayı bu kitabın ya da temsilcilerinin ne önemi olabilir?
Ön sözümüzü bitirirken şu noktayı da aydınlatmak gerekir. Fikir hürriyeti savunucularının ileri gelenleri arasında birtakımları -ki biz de fikirsel hürriyet taraftarları olarak bulunmakla ilk zamanlardan beri iftihar ederiz- İslam birliğini dinî bir mesele olarak kabul etmektedirler. Ve bu yoldaki yayınlar ve faaliyetleri gericilik darbesi olarak görüyorlar. Öncesinde ve sonrasında da söyledik ki İslamiyet iki içeriğe sahiptir: Dinî, siyasi. Biz bu dinsel içeriği burada konu edinip üzerine edebiyat yapmıyoruz. Din, vicdan ile bağlantılıdır. Bizim asıl iştigal ettiğimiz yönü İslamiyet’in siyasal ve toplumsal içeriğidir. İslam toplulukları tek bir milleti oluşturur. Tekrar ederek beyan ettiğimiz taraf üzerine İslamiyet çeşitli milletleri birleştiren kimyasal bir iksirdir. Bundan dolayı yaklaşık üç yüz milyon Muhammed’i bugün tek bir millet ve birleşik bir kitleyi oluşturur. Onların evrimini kolaylaştıran, ilerlemeye arzu ve istek kazandırma, yükselmeye neden oluşturacakların öğrenilmesi zannederim ki Avrupa emperyalistlerinin yaklaşamayacakları bir medeniyet seviyesi, insancıl bir gaye-i emeldir. Bu itibar ile İslam birliği taraftarını, gericilik ile, düşünce hürriyetine darbe indirmekle itham eden seçkin ya da ileri gelen devlet adamı sıfatı taşıyanları en gür sesimizle protesto ederiz. Hiç şüphe edilmesin ki insanlığın altıda birinin kurtuluşunu ve yayılmasını talep etmek ve yalnız bununla kalmayıp geri kalanın da hukuka aykırı bir şekilde özgürlüğüne tecavüz edilmemesi kuralına bağlı kalarak bütün insanların rahat yaşaması düşüncesiyle bir hareketi desteklemek çeşitli sömürgeler altındaki insanları düzeltilmesi gereken bir mal kabul eden kapitalizm teorisinin ilerlemesi için gayret eden Avrupalıların idealine göre her açıdan daha soylu ve kökü daha temiz bir gayedir.
İşte yalnızca İslam’ın tarihinde, bugün ve istikbalde hak ettiği konumu göstermeye ve İslam birliği konusunu toparlayarak düzenli bir kitap hâlinde ifade etmeye gayret ve bununla beraber asrımızda ve memleketimizde maalesef ilgi gören bazı yanlış fikirlere ve gericiliğe karşı mücadele içinde bulunduğumuzu ilan etmek maksadıyla ve her türlü etkileşimden uzak bulunarak bu cildi okurlarımızın değerlendirme huzurlarına arz ediyoruz.
İSLAMİYET HAKKINDA GENEL DÜŞÜNCELER
Her kurum, her din, kısacası yok olmadan yaşamını sürdüren her şey, bir ihtiyacın, bir gerekliliğin eseridir; O gerekliliğin sürmesi ya da artması, onun sonucu olan din ya da müessesenin devamını ve yükselmesini gerektirir. Yüzeysel olan, bir zorunluluğa uygun gelmeyen biçimsel benzerlik, mezhepsel kurumlar, siyasal işler asla yaşamını sürdüremez. İnsan kitlelerinin ruhsal ve maddesel ihtiyaçlarını karşılayan ve bunlara cevap verecek temiz özelliklere sahip olan heyet ve suretler ister din ister mezhep şeklinde olsun, ister cisimsel olarak hükûmet tarzında hayat bulsun, hemen her zaman kalıcılıklarını sürdürmüştür.
Bundan dolayı İslamiyet tarihi araştırma ve derinlemesine inceleme biçimlerinde bu temellere bağlı kalmamız lazımdır. Eğer bu din yalnızca bir kişinin, bir grubun fikirsel ürünü ve emeli olsaydı on üç asırdan beri dünyaya böylesine ışık ve görkem salmaz, susturulmuş bir cenin gibi kendi gücünden mahrum olarak ya ölür gider ya da dünya sahnesinde bir ucube olmak üzere varlığını sürdürürdü. İslamiyet’in hicri ilk çağından itibaren bütün dünyayı saran ve etkileyen, bugün İslam devlet egemenliğinin son bulmasına rağmen varlığını manevi bir yapılanmada din olarak sürdüren, Asya ve Afrika’da ilerlemesi, onun, şüphesiz, insanlığın bir kısmının ihtiyaçlarını karşılayan ve onlara cevap veren bir içeriğe sahip olduğunun kanıtıdır. Sözün kısası, İslamiyet, doğal ve mantıklı bir din işleri kurumudur. Bütün o ham ve temelsiz şeylerden, bütün sanrılar ve hurafeden arındırıp soyutlayarak bir tarih yazıcısı gibi İslamiyet’i değerlendirecek olursak bu kesin olan hakikate varırız.
Peygamber çağı zamanında önce İsrailliler ve Nasraniler dünyaya yeterli gelmiyordu. Şimdiki siyasi esasları koruyucu şekildeki dünyaya artık yeterli gelmeyip siyaset dünyasının kuralları hayret uyandıracak şekilde iftihar edildiği gibi saadet zamanının ne gönülden sağlamlıkla bağlı Haniflerin, ne İsraili “Rabbi”lerin atik düsturları ne de nispeten yeni olan Nasrani ruhbanın dinî telkinleri insanların vicdani ihtiyaçlarını tatmin edemiyordu.
O zamanki durum ile Asya ve Afrika’nın şimdiki durumu arasında da büyük bir fark bulunmadığına en ciddi delil, bugün, bu iki insanlık yuvasında put heykellerinin İslamiyeti kabul ile toplumsal rütbelerini ve insani taraflarının yükseldiğine yine kendilerinin ikna olmasıdır.
Eğer Muhammed asrında Hristiyanlık ile Yahudilik ve o zaman kıymet sahibi olan Mecusilik insanoğlunun manevi ve maddi mutluluğu için yeterli gelseydi, hiç şüphesiz Hazreti Peygamber inkâr edilemeyecek olan dehası, önsezi kuvveti ve anlayışlılığından başka yeni din kurallarını yayamaz ve yaygınlaştırmazdı. Hâlbuki o zaman, insanlar şiddetle “reform”a, temel düzenlemelere, daha akla yatkın daha mantıklı daha ciddi bir şekilde gönülden bağlı ve yönetim şekline şiddetle ihtiyaç duyulduğu böyle bir yeni zamana layık olacak derecede rüştlerini