Büyükbabaları gününde bu çiftliklerin her birinde katlı iki-üç pulluk döner, yozu, hergelesi, sığırı, koşu hayvanları, sağmalı ile birkaç yüz baş hayvanı çıkarmış.
Yozcusu, hergelecisi, sığırtmaçları, güdücüleri, çoban kâhyaları, nazırı, odacısı, anahtarcısı, çiftçisi, yamakları, hizmetkârları, korucuları ile her çiftlikte bir sürü insan bulunur, hele orak ayında davul zurnalarla Karaçimen’in yahut başka büyük bir çiftliğin orakçıları şehir pazarına inince bir bayram olurmuş.
Biz bugünlere yetişmedik. Biz yetiştiğimiz zaman bu çiftlikler kesimcilere, ortakçılara veriliyordu. Bu devir, babalarımızın gençliklerinde başlamış. Benim aklım ermeye başladığı zaman para kimsede kalmamıştı. Bizim büyükbabalarımızdan sonra zengin olan Rumlar, Ermeniler de varlığı ellerinden kaçırmış bulunuyorlardı.
Araya birçok ölümler de girmesiyle bizim ailemiz, Hasan Bey’in ailesinden daha çabuk dağıldı. Biz, yedisi erkek, biri kız, sekiz kardeştik. Hepsi genç yaşlarında, ya bir hastalığa tutularak yahut bir kazaya uğrayarak öldüler.
En küçükleri olan ben kaldım. Ablam çocuk doğururken öldü. Kardeşlerimizden birini at tepti, kaşının üstünde ufacık bir yara yaptı, o yaradan gitti. Bir kardeşimiz Balkan Muharebesi’nde, Edirne’de kayboldu. Biri de Çanakkale’de vuruldu. Ben hepsinin acılarını az çok unuttum, bu Çanakkale’de kalanı unutamam. En büyük kardeşimiz Rıza Bey de bana anlattıklarına göre, bir kız yüzünden kendini içkiye vermiş, genç yaşında ölmüş, gitmiş. Ben onu pek az hatırlarım: Bir karlı gündü, arkasında uzun gocuk vardı, başında bir şal sarık sarılıydı. Atla iç avluya kadar girdi. Orada yardım ettiler, attan indi, yanına koştum. Beni okşadı.
“Ne yaptı bakalım babam oğlu?” dedi.
Kara gözleri çukura batmış, uzun kara bıyıkları buz tutmuştu. Beni gocuğu içine aldı eve kadar getirdi. Sonra içeri yolladı:
“Koma Ümmü Ablana süle, benim odama odun getirsin, zere dondum.” dedi.
Bunları hatırlıyorum, o kadar. Çocukluk sahneleri içinde başka hiçbir hatırası yok. Bunlar o zaman Hasan Bey’le çiğ delikanlı imişler. Beraber çok sarhoşluklar, çok hovardalıklar yaparlarmış. Hüseyin Nazır diye emektar bir adamımız vardı, o bana anlatırdı:
“O Karaçimenlilerin Hasan yok mu, ağacığını hep o baştan çıkarırdı.” dedi.
O zamandan Hasan Bey’in adı kulağımda kalmış.
Bir aralık Hasan Bey, niçinse Selanik ve Karaferye taraflarına gitmiş, oradan aslı Yenişehirfenerli zengin bir hanımla evlenmiş, bir daha memlekete de dönmemiş. Ben de kendisini hiç görmemişim.
Bir gün, bankayı teftiş için Samsun’da bulunuyordum, tanıdıklarımdan biri:
“Burada sizin hemşerilerinizden biri var.” dedi.
“Kimdir?” dedim.
Anlattılar. Görmek istedim. Bir gün sonra Hasan Bey’le buluştuk. Uzun boylu, uzun sarı bıyıkları kırlaşmış; gür, kalın sesli, mavi gözlü bir adam. Beni görünce bir durdu; baktı, sonra:
“Sen kızanım, ağacığına ne kadar okşuyorsun.” dedi.
Geldi beni kucakladı, bağrına bastı. Az kaldı ihtiyar ağlayacaktı. Oturduk, konuştuk. Hasan Bey Selanik’ten mübadil olmuş. Buraya yerleşmeye gelmiş. Karısından ve bir kızından başka kimsesi yokmuş. Kızına burada bir kısmet çıkmış. Nikâh etmişler. Karısı ile kızı çeyiz, takım düzmek için İstanbul’a gitmişler. Onlar gelince düğün olacakmış.
Hasan Bey bizim memleket şivesini, Karaferye şivesini karıştırmış, kendine göre bir söyleyişle bunları anlattı.
“Güvey kimdir?” diye sordum.
Ziya Bey adında bir gençmiş. Tütün eksperliği ediyormuş.
“Çok güzel, Allah hayırlı etsin.” dedik.
Ertesi gün bilmem nasıl oldu, bu Ziya’yı da tanıdım. Benim mektep arkadaşımdır. Onuncu sınıfta mektebi bıraktı çıktı. Daha o zamandan içerdi. İyi çocuktur. Zararsız, sessizdir ama… Bilmem, belki şimdi içmez. Bırakmışsa… Soruşturdum.
“Eskiden çok içerdi, gene içiyor mu?” dedim.
“Ooooooo!” dediler. “Gece gündüz.”
“E…” dedim. “Nasıl olur? Hasan Bey bunu bilmiyor mu?”
“Bilmez olur mu?” dediler. “Gizli içmiyor ya!”
Biliyorsa bile bir kere söylemek benim boynuma borçtur. Hasan Bey bana gelmişti. Dedim ki:
“Senin güvey, bizim mektep arkadaşı çıktı. Dört-beş yıl bir yerde okuduk. İyi çocuktur ama bilmem sana söylediler mi? Ziya, biraz çokça içer… Nikâh olmuş, böyle şeye söz karıştırmak doğru değildir ama ben bir yol söyleyeyim dedim.” Hasan Bey dudaklarını büktü:
“Kulak asma.” dedi. “Hangimiz içmezdik? Rıza Ağacığınla biz nasıldık? Kaç yol ben onu sırtımda eve getirdim! Ben güvey girdiğim gece yengen şaşırdı kaldı. Sen kızanım sarhoştan korkma. Burada fabrikada bir Karaferyeli var, bizi tanır. Güvey de tanıyor. ‘İyi çocuktur.’ dedi. Ko sarhoş olsun!” dedi.
Eh, sarhoşluk hoş görülünce bana söyleyecek söz kalmadı. Sustum. Susmasan da ne olacak? Bir yol nikâh kıyılmış.
Hasan Bey yerleşmeye uğraşıyor; iş arkasından koşuyor, çalışıyordu. Bir hafta sonra beni, Samsun’dan Adana’ya yolladılar. Şimdi bir yıldan fazla oluyor. Bir daha Hasan Bey’i görmedimdi. Bugün yeniden karşıma çıkıyor.
Gece eve geldiğimde Hasan Bey’i beni bekler buldum.
“Ben seni Adana’da biliyordum.” dedi.
“Şimdi de buraya getirdiler.” dedim.
“Ya işittim.” dedi. “Mansıbın da büyümüş! Aferin, böyle olmalı. Ben bilseydim seni gelince arardım. Ben iki aydan beri buradayım. Bizi süründürüp duruyorlar. Olmaz olsaydı, o Samsun’da bir yol aldıktı, daha onun peşinde koşar dururum. Samsun bizi bıraktı, ben Samsun’u bırakamıyorum.”
“Ne o? Sen şimdi Samsun’da değil misin?”
“Değilim ya!.. O zaman bize Samsun’dan yer verdilerdi ya, sonra ‘Yanlış oldu.’ dediler bizi Ayvalık’a kaldırdılar. Oyun, oyuncak yoldaşım! Bir yol gene caymasınlar da ben razıyım. Ben o Samsun’u kendim de istemiyordum.”
“Güzel ama şimdi de ikiye bölündünüz, güvey kaldı Samsun’da.”
“Ne güveyi? Biz onun yularını çoktan sardık!”
“Ne, güveyinden ayrıldın mı?”
“Kızı ayırdık be!”
“Yaa!”
“O düpedüz deliymiş be! Ben, onu bizim gibi sarhoş sandımdı. Sahi sen o zaman söyledindi ya, ben anlamadım. O lakırdı edemiyor. Bir hafta, iki hafta baktık a-ah, ne eve ayık geliyor ne evde ayıyor. İşinde de bir arkası varmış, onun için tutuyorlar. Bizi, o Karaferyeli yaktı. Üç haftalık mı dört haftalık mı gelindi, kızı ayırttık.”
“Eh, ne yapalım olmuş bir şey.”
“Ya, sorma başıma gelenleri. Yengen de onun üstüne hastalandı mı sana! Karnında ur çıktı. Hekimler burada olmaz dediler. Aldık getirdik İstanbul’a; baktılar, birtakımı ‘Ameliyat.’ dedi birtakımı da ‘Sakın, ameliyat olmaz.’