“Benim şanlı ölüm düşüncem, şimdi siz hepiniz yanımdayken ölmektir. Gözyaşlarınız birleşip büyük bir nehir oluşturur, cesedim üzerinde yüzerek kuş uçmaz, kervan geçmez, uzak yerlere gider; orada rüzgâr kemiklerimi alıp götürür, bir daha asla insan olarak tekrar dünyaya gelmem. İşte o zaman bu güzel bir ölüm olur!”
Xiren böylesine delice konuşmaları kısa kesmek için yorgun olduğunu söyleyerek cevap vermeyi bıraktı. Baoyu de gözlerini kapatıp hemen uykuya daldı.
Ertesi sabah bu konu tamamen unutulmuştu.
O gün Baoyu artık Bahçe’den sıkılmış gibi görünüyordu; sanki bütün cazibesi onu bıktırmaya başlamıştı. Ruhun Dönüşü’nden bazı şarkılar hatırladı ve iki kere söylemesine rağmen tatmin olmadı. Ona, Armut Ağacı Avlusu’ndaki on iki küçük sanatçı arasında en iyi şarkı söyleyenin genç hizmetçileri canlandıran Lingguan olduğunu söylemişlerdi. Gidip onu bulmaya karar verdi; kendisi için aryalar söylemesini isteyecekti. Avluda rastladığı Baoguan ve Yuguan onu sevinçle selamlayıp içeri davet ettiler.
“Lingguan nerede?” diye sordu.
Kızlar koro hâlinde, “Odasında.” dediler.
Baoyu hemen gösterdikleri odaya gitti. Lingguan odada yalnızdı; yatağına uzanmıştı. Baoyu’nün girdiğini görünce hiç istifini bozmadı. Pes etmeyen Baoyu yanına oturdu; kızlarla birlikteyken alışkın olduğu gibi, gayet samimi bir şekilde gülümseyerek kendisi için Ruhun Dönüşü’nden bahçeyi ziyaret konulu bölümü okumasını istedi. Ama Lingguan beklendiği şekilde karşılık vermedi. Hemen doğrulup yanından kalktı. Şarkı söyleme ricasına karşı soğuk ve somurtkan bir ifadeyle sesinin kısıldığını söyledi.
“Ses tellerim gerildi. Geçen Majesteleri bizi çağırttığında da söyleyememiştim. Hâlâ dinlendiriyorum.”
Bunları söylerken Baoyu’nün karşısında oturdu. Delikanlı yüzünü tam olarak görebiliyordu. Dikkatle bakınca onu daha önce nerede gördüğünü hatırladı. O gün sarmaşık güllerle kaplı çardakta yeri kazıyan kızdı. Şimdi kendisinin orada olmasından hiç hoşlanmamış gibi davranıyordu. Hayatında daha önce hiç böyle ani bir reddedilişle karşılaşmamıştı. Kıpkırmızı kesilip, daha fazla orada kalmanın anlamı olmadığından, utanç içinde bir şeyler mırıldanarak çıktı.
Bu kadar kısa süre içinde dışarı çıktığını görenler şaşırıp, nedenini sordular. Olanları anlattı.
“Bay Qiang’ın gelmesini bekleyin.” dedi Baoguan, gülerek. “O isterse reddedemez, söyler.”
Baoyu bundan ne anlam çıkaracağını bilemedi.
“Qiang mı?” dedi. “Nerede peki?”
“Birkaç dakika önce çıktı. Herhâlde Lingguan bir şey istedi, onu almaya gitti.”
Baoyu çok şaşırdı ve biraz daha kalıp neler olacağını görmek istedi. Jia Qiang biraz sonra elinde bir kafesle geri döndü. İçinde de bir kuş vardı. Kafesin üst kısmına minyatür bir sahne oturtulmuştu. Jia Qiang hâlinden gayet hoşnut bir şekilde Lingguan’ı görmek için içeri girerken, Baoyu’yü fark edip durdu.
“Ne kuşu o?” diye sordu Baoyu.
“Yeşil tepeli sarıasma kuşu.” dedi Jia Qiang gülerek. “Gagasında bayrak taşıyıp sahnede yürüyebiliyor.”
“Kaç para verdin ona?”
“Bir tael, yirmi beş gram gümüş.”
Baoyu’yü buyur edip kendisi Lingguan’ı görmeye gitti. Baoyu Lingguan’dan şarkı istediğini tamamen unutmuş, Jia Qiang ile aralarında ne olduğunu öğrenme hevesine kapılmıştı. Kapıda dikilip içeriye bakan kızların arasına karıştı.
“Bak! Sana ne getirdim.” dedi Jia Qiang, gülücükler saçarak.
“Nedir o?”
Lingguan yine yatağında uzanıyordu ama delikanlı içeri girince doğruldu.
“Canın sıkılmasın diye sana eşlik etmesi için bir kuş. Seyret bak, sana numaralar yapacak!”
Cebinden birkaç tahıl tanesi çıkarıp kuşu sahnenin üzerine doğru çekti. Kuş gagasıyla minicik bir maske ve bayrak alıp sanki bir oyunda savaşçı rolünü oynuyormuş gibi kurumlu bir şekilde yürümeye başladı. Bütün kızlar sevinçle gülüp, çok tatlı bir şey olduğunu söylediler. Lingguan hariç. O sadece küçümseyerek dudak büküp “Hıh!” dedi ve nefret içinde tekrar yatağına uzandı.
Jia Qiang neredeyse yalvarırcasına gülümseyerek, “Nasıl buldun?” diye sordu.
“Sen ve ailen yok mu!” dedi Lingguan acı acı. “Kızları evlerinden koparıp bütün gün berbat bir opera öğrensinler diye buraya tıkmanız yetmedi; şimdi bir de kuş getirmişsin. Herhâlde perişanlığımı hatırlatmak istiyorsun. Bir de ‘Nasıl buldun?’ diye soruyorsun küstahça.”
Kızın sözleri Jia Qiang’ı deliye döndürmüş gibi görünüyordu çünkü büyük yeminler ederek karşılık verdi.
“Ne kadar aptalım ben, bunu düşünmem gerekirdi! Seni neşelendireceğini zannederek bütün paramı buna verdim. Böyle düşüneceğin hiç aklıma gelmedi. Tamam, bırakalım o zaman! Canlıları serbest bırakmak erdemdir, en azından sana faydası olur. Sonraki yaşamında sana yardım eder ya da bu dünyada hastalıklardan korur!”
Böyle söyleyerek kuşu serbest bıraktı, hayvan derhâl uçup gitti. Delikanlı da ayağıyla vura vura kafesi parçaladı.
“Belki kuşlar insanlar kadar önemli değildir.” dedi Lingguan. “Ama onların da anne-babaları var. İnsanları eğlendirsinler diye onları yuvalarından koparıp almak ne zalimce bir şey görmüyor musun? Bugün iki kere ağız dolusu kan tükürdüm. Hanımefendi birini gönderip seni sordu. Ne olduğunu öğrenelim diye beni doktora göstermeni istedi ama sen alay eder gibi doktor yerine bunu getirdin. Bakacak kimsem yokken hasta olmam ne büyük şanssızlık!”
Ağlamaya başladı.
“Dün akşam doktorla görüştüm, çok ciddi bir şey olmadığını söyledi.” dedi Jia Qiang. “ ‘O ilaçtan iki doz alsın, iki gün içinde gelip görürüm.’ dedi. Ama kan tükürdüğünü bilmiyordum. Gidip hemen çağırsam iyi olacak.”
Tam giderken Lingguan seslendi.
“Dur gitme! Güneş ortalığı kavuruyor. Sinirlendiğin için gidiyorsun. Artık getirsen de ona görünmem!”
Genç adam bu sözler üzerine durakladı.
Baoyu bu sahneyi hayranlıktan ağzı açık bir hâlde izliyordu. Sonunda yere kazılarak yazılan o kelimelerin gerçek anlamını kavradı. Burada yeri olmadığı çok açıktı, sessizce çekildi. Jia Qi-ang kendisini Lingguan’a öyle bir kaptırmıştı ki Baoyu’nün gittiğini fark etmedi bile. Onu uğurlamak genç oyunculara kalmıştı.
Düşünceler içinde Kızıl Neşe Avlusu’na doğru yürüyen Baoyu öyle şaşkındı ki nereye gittiğinin farkında bile değildi. Oraya vardığında Daiyu, Xiren ile oturmuş sohbet ediyordu. Delikanlı doğru Xiren’in yanına gitti.
“Dün akşam söylediklerim doğru değildi.” dedi iç geçirerek. “Babam bana kendini beğenmiş cahil demekte haklıymış. Anladım ki ben ölünce hepinizin gözyaşlarının nehir olması mümkün değil. Hepimizin payına düştüğü kadar gözyaşımız var ve sahip olduklarımızla yetinmemiz lazım.”
Xiren