Fu Shi kız kardeşinin bu özelliklerinden yararlanarak, onu güçlü ve aristokrat bir aileye gelin olarak verip kendi pozisyonunu sağlamlaştırma ümidi besliyordu. Bu hırsı onun diğer önemsiz tekliflere yüz çevirmesine neden olduğundan, Fu Qiufang yirmi iki yaşına geldiği hâlde daha nişanlı bile değildi. Mesele şuydu ki akraba olmak istediği güçlü ve aristokrat aileler, Fu Shi’yi hem soy hem de yetiştirilme açısından yetersiz, fakir bir kâtip olarak küçümsüyorlar ve kız kardeşini gelin olarak alma konusunda en ufak bir eğilim göstermiyorlardı. Doğal olarak Fu Shi’nin Jia ailesine yaranmak için haklı nedenleri vardı. Aileyle yakınlığını ilerletmeye çalışıyor, tutkusunu gerçekleştirmek için umudunu kesmiyordu.
Baoyu’yü ziyaret için gönderilen iki yaşlı dadı pek sersemdi. Kabul edildiklerini duyduklarında, odaya girip Baoyu’nün sağlığını soran bir ya da iki cümle ettiler, sonra aptal bir sessizliğe büründüler. Yabancıların gelişiyle beraber Yuchuan Baoyu’ye yüklenmeyi bırakıp elinde çorba kâsesiyle sessizce dikilerek konuşmaları dinlemeye başladı. Artık iki yaşlı dadıya ne söylenebilirse tüm konuşmayı yapmak, bir yandan da yemeğine devam eden Baoyu’ye kalmıştı. Birden çorba için elini uzattığında Yuchuan de karşılık verince, ikisi de gözlerini misafirlerden ayırmadığı için bir çarpışma yaşandı. Kâse devrildi ve Baoyu’nün eline sıcak çorba döküldü. Kendisine bir şey olmamasına rağmen Yuchuan irkilip çığlık attı.
“Şu yaptığınıza bakın!”
Diğer hizmetçiler kâseyi almak için ileri atıldılar. Kendi acısına aldırmayan Baoyu, Yuchuan için endişelendi.
“Neren yandı? Canın acıyor mu?”
Yuchuan ve diğer kızlar güldüler.
“Asıl yanan sizsiniz. Neden bana soruyorsunuz?” dedi Yuchuan.
Ancak o zaman Baoyu kendi elinin yandığını fark etti. Hizmetçiler çabucak elini temizlediler. Artık yemeğine devam etmek istemeyen Baoyu ellerini yıkayıp çayını içti ve yaşlı kadınlarla biraz daha konuştu. Sonra kadınlar izin istediler. Qingwen ve diğer hizmetçiler köprüye kadar onlara eşlik ettiler. Kadınlar yalnız kaldıklarında, ziyaretleri hakkında konuşarak yollarına devam ettiler.
“İnsanlar Baoyu için kötü bir meyve gibi diyorlardı, görünüşü güzel ama içi çürük.” dedi biri, gülerek. “Hiç şaşırmadım. Biraz budala görünüyor. Kendi elini yakıyor, sonra başkasına neresi acıyor diye soruyor! Ahmak galiba! Ha, ha, ha!”
“Gerçekten de öyle!” dedi diğeri. “En son buraya geldiğimde bana demişlerdi zaten. Bir keresinde sağanak yağmurda sırılsıklam olmuş da başkasına ‘Yağmur yağıyor, dışarı çıkma.’ demiş. Budala değil de ne? Ha, ha, ha! Yalnızken ağlar ya da kahkaha atarmış. Kırlangıç görse onunla konuşur, nehirde balık görse onunla sohbet eder diyorlar. Ay ve yıldız gördüğünde de iç geçirir, inler, deli gibi kendi kendisine mırıldanırmış. Bir bebek kadar safmış. Küçük hizmetçiler bile her istediklerini yaparlarmış ona. Canı tasarruf etmek istediğinde bir parça ip için bile yaygara koparırken, başka bir zaman milyonları savururmuş.”
Böyle konuşarak Bahçe’den çıkıp evlerine doğru yol aldılar. Onları burada bırakıyoruz.
Xiren’e dönecek olursak, iki misafir gidince Yinger’ı içeri çağırıp Baoyu’ye nasıl bir file istediğini sordu.
“Konuşmaya dalıp seni unutmuşum.” dedi Baoyu gülerek. “Benim için file yap diye çağırdım seni buraya.”
“Ne için?” diye sordu Yinger.
“Orasını boş ver.” dedi Baoyu, neşeyle. “Her türlüsünden yap.”
Yinger ellerini çırparak güldü.
“Ne! Bu on yılımı alır!”
“Sevgili küçük hanım, bütün zamanlar senin olsun.” dedi Baoyu, gayet hoş bir havayla. “Eminim daha kısa süre içinde halledeceksin.”
“Herhâlde bir oturuşta yapmasını beklemiyorsun?” dedi Xiren. “En iyisi en çok istediğin birkaç tanesini seç, önce onları yapsın.”
“Çeşitlerinden söz ediyorsanız sadece üç türü var: Yelpazeler, kokulu keseler ya da kuşaklar için.”
“Tamam.” dedi Baoyu. “Kuşak için olsun.”
“Kuşak ne renk?”
“Kırmızı.”
“Siyah ya da lacivert kırmızıya yakışır.” dedi Yinger. “Daha açık bir renkle kırmızı çok baskın durur.”
“Açık yeşile ne yakışır peki?” dedi Baoyu.
“Şeftali pembesi.”
“Çok şatafatlı görünür. Biraz daha gösterişsiz bir şey olsa?”
“Açık yeşil ve yeşilimsi sarıya ne dersiniz?” diye sordu Yinger. “Çok uyumlu bir karışım.”
“Peki, üç tane yap o zaman, bir siyah, bir şeftali pembesi, bir de açık yeşil.”
“Ne deseni istersiniz?”
“Ne desenler biliyorsun?” dedi Baoyu.
“Çubuk, merdiven, elmas, çift elmas, zincir, erik çiçeği, söğüt yaprağı…”
“Geçen gün Tanchun için hangisini yapmıştın?”
“Ortaları dolu erik çiçeği deseniydi.”
“Ondan istiyorum.”
Bu arada Baoyu Xiren’den ipleri getirmesini istedi. Geri döndüğünde pencereden bir hizmetçi seslendi.
“Yemeğiniz hazır, hanımefendi.”
“Gidip yemeğini ye!” dedi Baoyu. “Bitirince hemen gel.”
“Burada misafirimiz varken nasıl giderim?” dedi Xiren, gülümseyerek.
“Saçmalama!” dedi Yinger, ipleri seçerken. “Git haydi.”
Xiren güldü ve ikisini yalnız bırakıp çıktı; sadece ihtiyaç olur belki diye çok genç iki hizmetçiyi bıraktı.
Baoyu uzanıp Yinger’ın file örüşünü seyrederken havadan sudan sohbet etmeye başladı.
“Kaç yaşındasın?”
Yinger işinden başını kaldırmadan cevap verdi.
“On altı.”
“Soyadın ne?”
“Huang.”
“Huang mı? ‘Sarı’ demek. Adınla çok uyumlu. Huang Yinger! Sarıasma Kuşu derler, değil mi?”
“Aslında adım Jinying’di ama küçük hanım söylemesini zor bulup Yinger olsun dedi. Şimdi herkes böyle çağırıyor.”
“Bayan Bao seni çok seviyor herhâlde.” dedi Baoyu. “Evlendiği zaman da seni yanında götürmek isteyecektir.”
Yinger burun kıvırıp güldü.
“Ben her zaman Xiren’e söylerim, hanımını ve seni alacak erkek çok şanslı.” dedi Baoyu.
“Bayan