İşte şimdi, çok uzun zaman önce yaşamış, eski selefim olan Bay Müfettiş Pue’nun muazzam bir çabayla ortaya çıkardığı eseri devreye giriyordu. Herhangi bir derecede tatmin edici bir etki yaratabilmek adına, uzun zamandır kullanılmadığından pasifleşmiş olan, zihnî mekanizmamın hikâye üzerinde yeniden çalışmaya başlayabilmesi için biraz zamana ihtiyacı vardı. Yine de düşüncelerim sonuçta üstlenmiş olduğum görevden dolayı çok fazla yoğunlaşmış olsa da önümdeki iş gözüme güler yüzlü güneş ışığından hiç memnun olmayan, doğanın ve gerçek yaşamın neredeyse her sahnesini yumuşatan, sevecen ve samimi etkiler tarafından çok az rahatlamış sıkıntılı ve kasvetli bir havaya bürünüyordu. Bu büyüleyici etki, belki de çok başarılı bir devrim döneminden ve hikâyenin kendisini şekillendirdiği kargaşadan kaynaklanıyordu. Bununla birlikte, bu durum yazarın zihninde herhangi bir neşe eksikliğinin bir göstergesi de değildir; çünkü o bugüne kadar, Eski Papaz Evi’nden ayrıldığından beri hiç bu güneşsiz hayallerin kasvetinde gezinirken olduğu kadar mutlu olmamıştır. Bu hacimli kitabı oluşturmama katkıda bulunan bazı kısa makalelerim de aynı şekilde kamusal yaşamın onurlu ve zor koşullarından istemsiz olarak çekilmemden sonra yazılmıştır ve geri kalanı da vadesini çok uzun zaman önce doldurmuş, belki de artık yeni sayılabilecek kadar eski yıllık ve dergilerindeki yazılarımdan bir araya getirilmiştir. Siyasi giyotinin metaforuna devam edecek olursak, bunlar “idam edilmiş bir müfettişin ölümünden sonraki yazıları” olarak düşünülebilirdi ve şimdi sona erdirmek üzere olduğum bu kısa hikâye şayet mütevazı bir insanın yaşamı boyunca yayınlayamayacak kadar otobiyografik olması hâlinde, mezarın ötesinden yazan bir beyefendiye ait olduğu için kolayca mazur görülecektir. Tüm dünyaya huzur dilerim! Dostlarıma dualarımı havale ediyorum! Düşmanlarımı affediyorum! Çünkü ben artık huzur âlemindeyim!
Gümrük Dairesinin yaşanmışlığı artık bir rüya gibi gerilerde kaldı. Hoşça kal dediğim için pişmanlık duyduğum, aksi hâlde kesinlikle sonsuza kadar yaşayacağını düşündüğüm, bir süre önce attan düşerek vefat ettiğini öğrendiğim eski müfettiş ve gümrük gişesinde onunla birlikte oturan diğer saygıdeğer şahsiyetler artık gözümde gölgelerden, hayal gücümün eskiden süslediği ve şimdi sonsuza dek kenara atdığı akbaşlı ve kırışık görüntülerden ibaretti. Altı ay öncesine kadar duymaya fazlasıyla aşina olduğum; tüccarlar, Pingree, Phillips, Shepar, Upton, Kimball, Bertram, Hunt gibi birçok isim -bu çok önemli pozisyonları işgal eden dünyanın önde gelen iş adamları- sadece günlük hayatımdan değil, aynı zamanda hafızamdan da tamamen silinmek için ne kadar az zamana ihtiyaç duymuştu! Bu saymış olduğum isimlerin sadece çok azının simalarını hatırlar hâle gelmiştim. Kısa süre sonra, aynı şekilde doğduğum eski kasabam da çevresinde dolaşan bir sis tabakasının altında zihnimde silinmeye başlayarak hayal gibi görünmeye başlayacaktı; sanki gerçek dünyanın bir parçası değil de bulutlar âleminden bir anda ortaya çıkmış, ahşap evlerinde sadece hayali insanların yaşayıp sade sokaklarının ve ana caddesinin canlılıktan uzak sıradanlığında yürüdükleri bir kasaba gibi, her tarafı pusla kaplı olacaktı. Bundan böyle, hayatımın bir gerçeği olmaktan çıkacaktı. Ben bundan sonra artık başka bir yerin vatandaşı olacaktım. İyi yürekli kasaba halkım bana bu yüzden dolayı kırılmayacaktır; çünkü edebî çabalarımla gözlerinde bir öneme sahip olmak için ve atalarımın yaşadığı, öldüğü bu mesken ve mezarda kendime hoş bir anı kazanmak, çok istesem de bir edebiyat adamının düşüncelerini toparlayabilmesi için ihtiyaç duyabileceği güler yüzlü atmosfer burada hiç oluşmamıştı. Diğer yüzler arasında daha iyisini yapabileceğime emindim ve ayrıca bu tanıdık yüzler, bunu söylemesi gerçekten zor ama bensiz de gayet iyi idare edebilirlerdi.
Bununla birlikte, mevcut ırkın büyük büyük torunları, Antik Çağ’ın merakıyla kasabanın tarihinde unutulmaz izler bırakan, Şehir Tulumbası’nı36 işaret edip çok eski günlerde yaşamış bu zavallı yazar parçasını belki de iyi düşüncelerle anarlar! Ah Yüce Tanrı’m, ne muazzam, ne zafer dolu bir düşünce!
I
Hapishane Kapısı
Bazıları sivri uçlu şapkalı, diğerleri ise başları açık hâlde kadınların da aralarında bulunduğu, kasvetli renkli giysiler ve başlarında gri renkte yüksek tepelikli şapkaları olan gür sakallı adamlardan oluşan büyük bir kalabalık, kapısı kalın meşeden yapılma, etrafı kalın demir çivilerle desteklenmiş ahşap bir yapının önünde duruyordu.
Yeni bir koloninin kurucuları, zihinlerinde başlangıç olarak nasıl erdemli ve mutluluk dolu ütopya olursa olsun, her zaman bakir toprağın bir bölümünün mezarlığa, bir kısmının ise belli gerekliliklerden dolayı hapishaneye ayrılması gerektiğini kabul etmiştir. Bu kurala uygun olarak Bostonlu atalarının ilk hapishaneyi, ilk mezarlığın neredeyse Isaac Johnson’ın37 arazisinde ve daha sonra, onun bu olayı takip eden yıllar içerisinde Kral Şapeli’nin eski kilise bahçesindeki tüm cemaatin defnedildiği mezarlığın merkezinde duracak olan mezarının etrafına kurdukları gibi, Cornhill yakınlarında uygun bir yere kurmuş olduklarını söyleyebilirim. Görünüşe göre, kasabanın kuruluşundan on beş ya da yirmi yıl sonra yapılmış olan bu ahşap hapishanenin her tarafı kötü hava şartlarının bıraktığı izlerle böcekler ve çatlamalar gibi eskime belirtileriyle kaplanmış ve olduğundan çok daha karanlık ve kasvetli görünmeye başlamıştı. Meşe kapısının üzerine monte edilmiş, bir zamanlar göz alıcı parlaklığa sahip olduğu açıkça fark edilen paslı çiviler bile, yeni dünyada her şeyden çok daha eski görünüyordu. Suçla ilgili olan her şey gibi, sanki o da hiçbir zaman bir gençlik dönemi geçirmemiş gibiydi. Bu çirkin yapının önünde ve binayla sokaktaki tekerlek izleri arasında, uygar bir toplumun ilk kara çiçeği olan bu hapishaneyi çepeçevre azgınca saran dulavrat otları, domuz otları, alıç otları ve toprakta doğal olarak yetişen tüm vahşi ve çirkin bitki örtüsü bulunuyordu. Bununla birlikte, ana girişin bir tarafına da, neredeyse eşiğe kadar uzanan yabani bir gül ağacı köklerini salmıştı, bu haziran ayında üzerini sanki içeri yeni giren ve cezası bitip hapishaneden ayrılan mahkûmlara doğanın kalbinin derinlerinden gelen sevecenliğini ve hassasiyetini gösterebileceğini ifade edermişçesine, güzel kokulu ve narin güzelliklerini sunan ender bulunan güzellikteki gül goncaları kaplamıştı.
Garip bir şans eseri, bu gül ağacı bugüne kadar canlı kalabilmişti; ancak çok uzun zaman önce üzerine gölgesini sunan devasa çam ve meşe ağaçlarının çoktan yıkılıp yerlerini boş bırakmalarına rağmen, doğanın sert koşullarına karşı ayakta durmayı mı becermişti, yoksa güvenilir oldukları kesin olan kişiler tarafından doğrulandığı gibi, hapishane kapısından içeri girerken Azize Ann Hutchinson’un38 ayaklarının ucunda mı bitmişti, belirlemeye çalışmayacağız. Şimdi, tam olarak bu uğursuz giriş kapısında başlamak üzere olan hikâyemizin eşiğinde, doğrudan karşımıza çıkmış olmasından dolayı, çiçeklerinden birini koparıp, okuyucuya sunmaktan başka bir şey yapamayız. Umarım, yol boyunca karşımıza çıkacak tatlı bir ahlaki çiçeklenmeyi sembolize edebilir ya da insana has kırılganlıklar ve üzüntülerle ilgili hikâyelerinin karanlık sonunu bir nebze olsun aydınlatabiliriz.
II
Pazar Yeri
Bundan en az iki yüz yıl