Şayet hayal gücü, böylesine güzel saatlerde bile harekete geçmeyi reddediyorsa, durum gerçekten umutsuz bir dava olarak kabul edilebilirdi. Her şeyine tam anlamıyla aşina olduğunuz bir odada, halının üzerine bembeyaz düşen ve tüm şekilleri çok belirgin gösteren, her nesneyi sabah ya da akşam olduğunda farklı bir açıyla görünür kılan ay ışığı, bir roman yazarı açısından aldatıcı misafirleriyle tanışması için en uygun ortamı sunar. Alışık olduğumuz dairemizin iç görünüşünde sahip olduğumuz çok az mobilyamız vardı; her biri ayrı bir kişiliğe sahip sandalyeler; odanın tam ortasında duran, üzerine bir örgü sepeti, sönmüş bir lamba ve bir ya da iki kalın kitabın bulunduğu masa; koltuk; kitaplık ve duvardaki resim; tamamen net bir şekilde görülebilen tüm bu detaylar, olağan dışı ışık sayesinde öylesine ruhani bir hâle geliyordu ki, gerçeklik maddi yönlerini kaybedip zihinlerimizde nesneler hâline geliyorlardı. Hiçbir şey bu değişime uğrayarak böyle bir vesileyle asalet kazanamayacak kadar fazla küçük ya da zahmetsiz olmazdı. Bir çocuk ayakkabısı; küçük hasırdan yapılma bir bebek arabasının içinde oturan oyuncak bebek; sallanan bir at; yani gün içerisinde kullanılmış ya da oynanmış bütün eşyalar, karşınızda gün ışığının altındaki hâlleriyle durmalarına rağmen, ay ışığının altında artık tuhaf ve sizden çok uzaktaymış gibi puslu görünmeye başlarlardı. Bu nedenle, alışkın olduğumuz odamızın zemini, gerçek dünya ile masal dünyasının arasında bir yerlerde tarafsız bir bölge hâline gelerek gerçeklik ve hayalin özlerinin birbirine karıştığı tarifi mümkün olmayan bir alana dönüşürdü. Hayaletler ise buraya bizi kesinlikle rahatsız etmeden girebilirdi. İşte böylesine büyülü bir ortam içerisinde, etrafımıza baktığımızda sevdiğimiz ancak bu dünyadan çoktan ayrılmış olan birisini o loş ay ışığının altında gördüğümüzde, acaba geçmişten geri mi geldi, yoksa şöminenin başında uzun zamandır sessizce oturuyor muydu diye kuşkulara kapılarak izlediğimizde, heyecandan şaşkına dönmemiz abartı olmazdı.
Ortama loş bir hava veren kömür ateşinin de tarif ettiğim etkiyi yaratmada önemli bir katkısı vardı. Duvarlara ve tavana hafif bir kızıllık veriyor ve cilalı mobilyaların üzerine yansıyan ışıltılı parıltılar odayı göze batmayacak rengiyle boyuyordu. Bu çok daha sıcak ışık huzmesi, ay ışığının soğuk ruhaniyetiyle birleşiyor ve hayal gücümüzün yarattığı formlara bir kalp ve insani hassasiyetle dolu duyarlılık kazandırıyordu. Onları sadece donuk ruhani görüntülerinden çıkarıp gerçek kadın ve erkeklere dönüştürüyordu. Aynaya baktığınızda, sihirli çerçevenin derinliklerinde yarı sönmüş kömürün için için yanan ışıltısını, zemindeki bembeyaz ay ışığının huzmelerini ve sonrasında gözünüzde canlandırdığınız o resmin içerdiği tüm parıltılı gölgelerin gerçeklikten daha uzak, yaratıcısına daha yakın olan tekrarını görebilirdiniz. Sonra, tek başına oturmuş bir adam, böyle bir saatte ve böylesine muazzam bir sahneyle karşı karşıya kaldığında eğer tuhaf şeyleri hayal edip onları gerçeğe dönüştüremiyorsa asla bir roman yazmaya çalışmamalıdır.
Ancak, benim açımdan tüm Gümrük Dairesi deneyimim boyunca, ay ışığı da güneş ışığı da şöminedeki kömür ateşinin parlaması da birbirine benziyordu ve hiçbiri üzerimde don yağından yapılma bir mumun parıltısından biraz daha fazla etki yaratmıyordu. Bütün bu duyarlılık sınıfı ve onlarla bağlantılı olan, büyük bir zenginlik ya da değere sahip olmasa da elimdekilerin en iyisi olan yeteneğim beni terk etmişti.
Ancak inanıyorum ki, farklı bir kompozisyon düzeni denemiş olsaydım, maharetlerim hiç bu kadar anlamsız ve verimsiz bulunamayacaktı. Farzımuhal, çalıştığım dönemde Gümrük Dairesinde muazzam hikâye anlatma yeteneğiyle beni her gün güldürmeyi başaran ve kendisine hayran bırakan, hikâyelerinden bahsetmeyecek olursam büyük nankörlük edeceğim, müfettişlerden biri olan eski bir kaptanın anılarını kaleme almakla yetinebilirdim. Eğer onun resimsi tarzının gücünü, canlı üslubunu ve doğanın ona bahşetmiş olduğu benzetmeler konusundaki mizahi renklendirme yeteneğini koruyabilseydim, dürüstçe söylemem gerekirse alacağım sonuç, kesinlikle edebiyat dünyasında yeni bir çığır açabilirdi. Ya da kendime çok daha kolayca yeni bir iş bulmamı sağlayabilirdi. Bu gündelik yaşamın sıradanlığı üzerime böylesine büyük baskı uygularken kendimi başka bir dönemin havasına sokmaya çalışmak ya da sabun köpüğünün kaçınılmaz güzelliği, bazı gerçek durumların kaba dokunuşuyla her geçen dakika yerle bir olurken hiçlikten yaratılacak olan farklı bir dünyanın görüntüsünü ortaya çıkarmakta ısrarcı olmak büyük bir aptallıktı. Bu konuda yapılacak olan en akıllıca girişim, günümüzün saydam özü vasıtasıyla düşüncenin ve hayal gücünün ışığını yaymak ve böylece onu parlak bir şeffaflığa dönüştürmek; çok ağır olmasından dolayı artık taşımakta güçlük çekmeye başladığım yükü ruhanileştirmek ve kararlı bir şekilde, şu anda etrafımı çevreleyen küçük ve önemsiz olayları ve sıradan karakterlerin içlerinde gizli kalan gerçek ve yıkılmaz değerlerini aramak olurdu. Sorun bendeydi. Sadece ben daha derinlerde yatan önemini kavrayamadığım için, önüme yayılan yaşam sayfası böyle sıkıcı ve sıradan görünüyordu. Tam orada, kendini bana sayfa sayfa sunan, tıpkı hızla uçup giden zamanın gerçekliği tarafından yazılmış, hayatım boyunca yazamayacağım kadar iyi bir kitap duruyordu ve sadece benim zihnim onu yazıya dökecek yeterli öngörüye ve kurnazlığa sahip olmadığı için, yazıldıkları hâliyle hızla ortadan kayboluyordu. Kim bilir, belki de gelecekte bir gün, birkaç kırık dökük kısmını ya da bölük pörçük bir paragrafı hatırlayıp yazıya dökebilir ve sayfanın üzerindeki harflerin altına dönüştüğünü görebilirdim.
Bütün bunları çok geç kavramıştım. O anda bilincinde olduğum tek şey, bir zamanlar zevk verecek şeyin, şimdi umutsuz bir çaba olduğuydu. Bu durumda oturup ağıtlar yakmamın hiçbir anlamı yoktu. Sonuç olarak tahammül edilebilir derece kötü bazı hikâyelerin ve denemelerin yazarı olmayı bırakmış, hoşgörülü ve iyiliksever bir Gümrük Müfettişi olmuştum. Hepsi buydu. Ancak, yine de bir kişinin zekâsının gittikçe azaldığına dair bir kuşkuya kapılması kabul edilebilir bir şey değildi ya da bilinçsizce küçük bir şişede duran eter gibi, siz hiç farkına varmadan uçan ve her baktığınızda daha azalan uçucu kalıntıyı göreceğiniz şüphesiyle yaşamak hoş bir duygu değildi. Aslında, bu gerçek şüphe götürmezdi; kendimi ve başkalarını incelerken memuriyetin bir kişinin karakteri üzerindeki etkisi ile ilgili, söz konusu yaşam tarzına pek elverişli olmayan sonuçlara varmıştım. Belki başka bir zaman size bu etkileri daha fazla geliştirerek anlatabilirim. Bu noktada, uzun süredir görevine devam eden bir Gümrük Dairesi memurunun pek çok nedenden ötürü takdire şayan ya da şahsiyetli bir kişiliğe sahip olmasının çok zor olduğunu söylemem yeterli olacaktır; bunlardan birisi, görev yerini elinde tuttuğu süre, diğeri ise dürüstlük niteliğinden kesinlikle emin olmama rağmen, mesleğin doğasının, insanlığın ortak çabasını paylaşmayan türden bir yapıya sahip olmasıdır.
Bu pozisyonu elinde tutan her bireyde az çok gözlemlenebilir olduğuna inandığım başka bir etki de cumhuriyetin güçlü kollarına yaslandığı süre boyunca, kendi içinde barındığı gerçek gücünün ondan ayrılmasıdır. Bu kişi, orijinal doğasının zayıflığı ya da gücüyle orantılı olarak kendi kendine ayakta durabilme yeteneğini kaybeder. Ve bu kişi ancak, doğuştan alışılmadık ölçüde bir enerjiye sahipse ya da bu mekânın büyüsünün etkisinde çok uzun süre kalmadıysa, kaybettiği güçlerini geri alabilir. Savaşan bir dünyanın içerisine mücadele etmesi için kötü bir şekilde itilen bir memur,