Rob ve Teddy’ye “Aslan ve Kuzu” lakabı takılmıştı çünkü Teddy en vahşi hayvanlardan bile daha öfkeliydi. Rob ise meleyen en sakin kuzudan bile daha sakindi. Bayan Jo ona “benim kızım” diye hitap eder ve onu oldukça hayırlı bir evlat gibi görürdü. Tabii sessiz tavırları ve hassas mizacının altında oldukça mert bir erkek yatıyordu. Ancak Bayan Jo kendi gençliğinde yaptığı hataları, yaşadığı geçici hevesleri, tutkuları ve bir zamanlar aldığı keyifleri aynen Ted’in mizacında görüyordu. Her daim darmadağın olan kıvırcık, açık kahverengi olan saçlarıyla, uzun bacak ve kollarıyla, yüksek ses tonuyla ve sürekli hareket hâlinde olmasıyla Ted, öne çıkan bir figürdü Plumfield’da. Tabii zaman zaman kederlenerek hemen hemen haftada bir karamsarlığa düşerdi düşmesine ama böyle durumlarda ya sabır küpü olan Rob ya da annesi tarafından tekrar ayağa kaldırılırdı. Onu ne zaman yalnız bırakmaları gerektiğini ya da bir güzel silkelemeleri gerektiğini bilirlerdi. Annesinin gururu ve neşesiydi belki ama aynı zamanda ona eziyet de çektiriyordu. Yaşına göre çok zekiydi ve sürekli çeşitlilik gösteren marifetlerini sergiliyordu. Annelik duyarlılığı ile bu olağanüstü meziyetlere sahip çocuğun ileride ne olacağı konusunda Jo, sürekli kafa patlatıyordu maalesef.
Demi üniversite hayatı boyunca onur listesine giriyordu ve Bayan Meg, oğlunun papaz olmasını çok arzuluyordu. Değerli, genç papazın vereceği ilk vaazın hayalini sevgiyle kuruyor, aynı zamanda oğlunun uzun, yararlı ve onurlu bir yaşam süreceğini düşlüyordu. Ama John, artık ona öyle hitap ediyordu, kati bir şekilde İlahiyat Fakültesini reddedip bir sürü kitap okumaktan usandığını; insanoğlunun, dünyayı daha yakından tanımak istediğini ve gazetecilik mesleğini denemek istediğini söyleyerek zavallı annesini hayal kırıklığına uğrattı. Annesi için bu büyük bir darbeydi ama gençlerin kolay kolay akıllarına koyduklarından vazgeçmeyeceğini ve deneyimlerle en iyi şekilde öğreneceklerine inananlardandı. Bu nedenle kendi heveslerinin peşinden gitmesine izin verdi ama hâlâ oğlunu vaiz kürsüsünde görmeyi hayal etmeye devam etti. Jo teyze ailede bir gazetecinin olacağını duyunca köpürdü ve anında ona “Jenkins” lakabını taktı. Demi’nin edebî eğilimlerini beğeniyordu ama resmî görevli Paul Pyrs’dan nefret etmek için sebepleri vardı. Daha sonra bu konuya da değineceğim… Diğer taraftan Demi ne yapmakta olduğunun bilincindeydi; kaygılı annelerin söylediklerinden ya da arkadaşlarının şakalarından etkilenmeyerek huzur içinde planlarını yerine getirmekle meşguldü. Teddy amca onu cesaretlendirerek bu muhteşem kariyer ile ilgili umut verici bir tablo çizdi, gazeteci olarak kariyerlerine başlayan Dickens ve diğer ünlülerin sonunda tanınmış roman yazarları veya gazeteciler olarak yollarına devam ettiklerini açıkladı.
Kızların hepsi bu arada serpilip gelişiyordu. Daisy her zamanki tatlılığı ve evcimenliği ile annesinin biricik tesellisi ve arkadaşıydı. On dört yaşındaki Josie’nin kendine özgü bir kişiliği vardı ve bir sürü şakalar yapıp alışılmadık davranışlarda bulunurdu. Sessiz sakin olan annesiyle kız kardeşini, hem endişelendiren hem de eğlendiren en son tuhaflığı ise sahneye olan tutkusu oldu. Bess ise olduğundan birkaç yaş daha büyük gösteren, uzun boylu, çok güzel bir genç kıza dönüşmüştü, bir prenses gibi nazik davranışlı ve ince zevkleri olan biriydi ve hem babasına hem annesine çekmiş olup onların en güzel özelliklerine Tanrı vergisi olarak sahipti. Bunun yanı sıra sevginin ve paranın verebileceği her türlü donanıma sahipti. Fakat hane halkının esas gurur duyduğu kişi Nan’di; yerinde duramayan, inatçı, birçok çocuk gibi enerji dolu ve ümit vadeden bir kadına dönüşüyordu. Tutkulu maceraperest iş, ona en uygun olanıdır. Nan on altı yaşında tıp okumaya başladı ve yirmi yaşına geldiğinde hayatını gayet iyi idare etti. Diğer zeki kadınların, üniversitelerin ve hastanelerin hepsi onunla iş birliği yapmaya hazırdı. Bir gün Daisy ile yaşlı söğüt ağacının altında otururlarken ona “Sürekli endişeleneceğim bir ailem olsun istemiyorum. İçinde bir sürü ilaç şişelerinin ve havanların olacağı bir ofisim olsun istiyorum. Her yere gidip insanları iyileştireceğim.” diyerek Daisy’yi şok etti. Geleceği önceden belirlenmiş bu küçük kız, genç bir kadın olduğunda dileğinin olmasını sağlamıştı. Yaptığı işten öyle büyük bir haz alıyordu ki başka hiçbir meslek onu bu isteğinden caydıramazdı. Birkaç saygın genç erkek, onun fikrini değiştirmeye çalışmış ve “ufak, sevimli bir ev ve bakmakla yükümlü bir aile” seçmesini istemiş, tıpkı Daisy’nin seçtiği gibi. Ama Nan bu tekliflere sadece gülüp geçmiş ve çılgınca sevmekten söz eden aşk meraklılarına dillerini muayene etme önerisinde bulunmuş ya da hayranlıklarını kabul etmesi için yiğitçe ellerini uzatanların nabızlarını profesyonelce ölçmüştü. Bütün bunlar olup biterken sadece ısrarcı bir genç dışında hepsi kafasını eğip yanından ayrılıyordu. Bu genç, kendini Traddles’a öylesine adamıştı ki onun aşkını söndürmek olanaksızdı.
Bu delikanlının adı Tom idi ve Tom çocukluk aşkına ne kadar sadıksa Nan de “havaneli şeylerine” bir o kadar sadıktı, ayrıca bu çocuk sadakatini kanıtlayacak öyle bir şey yaptı ki Nan’i bile duygulandırabilmişti. Çok önceleri verdiği bir kararla ticaret hayatına atılmak yerine hiç sevmediği hâlde sadece Nan’in hatırına gidip tıp okudu. Ne var ki Nan, ne kadar kararlıysa Tom da bir o kadar azimliydi. Sadece bu mesleği gerçekten ifa etmeye başladığı zaman çok fazla insanı öldürmemeyi ümit ediyordu. İlginç olan, her ikisi de çok iyi arkadaştılar ve onların sevimli aşk oyunları dostlarının çok eğlenmesini sağlıyordu.
Bir gün öğleden sonra Bayan Meg ve Bayan Jo verandada sohbet ediyorlarken Nan ve Tom da Plumfield’a doğru yol alıyorlardı. Yan yana yürümüyorlardı, Nan o sevimli yolda tek başına hızlıca ilerliyor, ilgisini çeken bir vaka üzerinde düşünüyordu. Şehrin varoşlarını arkalarında bıraktıklarında Tom ise ona yetişip geçmek istercesine, sanki rastlantı sonucu karşılaşmış gibi yaparak peşine takılmıştı. Tom’un bir huyuydu bu, kendince eğleniyordu.
Nan çok hoş bir kızdı, canlı yüz ifadesiyle, berrak gözleriyle hep gülmeye hazırdı ve hayatlarında hep bir amacı olan genç kadınlarda olduğu gibi kendine hâkim bir duruşu vardı. Sade ve ortama uygun şekilde giyinir, rahat bir şekilde dolaşır, geniş omuzlarını dikleştirerek ve kollarını serbestçe sallayarak çok enerjik görünürdü. Yaptığı her hareketinde gençliğin ve sağlıklı yaşamın izini rahatlıkla görebilirdiniz. Karşılaştığı birkaç kişi ona dönüp baktı, o güzel günde taşraya doğru ilerleyen mutlu, canlı ve zinde bir kızı görmek hoş bir görüntüydü onlar için. Şapkasını çıkarmış, saçının her buklesini sabırsızlıkla sallayarak arkasından koşuşturan delikanlı da belli ki onlarla aynı fikirdeydi.
O an yumuşak bir ses tonuyla “Merhaba!” dedi Tom püfür püfür esen rüzgâra karşı, onu gördüğüne şaşırmış gibi yapma çabası tam anlamıyla bir başarısızlık örneğiydi. Nan ise dostane bir tavırla, “Ah sen misin Tom?” dedi.
“Öyle görünüyor. Bugün dolaşmaya çıkmış olabileceğini düşündüm.” dedi ve Tom’un neşeli yüzü sevinçle parladı.
“Dolaşmaya çıktığımı biliyorsun. Boğazın nasıl oldu?” diye sordu Nan profesyonel ses tonuyla. Bu şekilde konuştuğunda yersiz heyecanlarını bastırabiliyordu.
İKİNCİ BÖLÜM
PARNAS DAĞI
Adına yakışır bir yerdi ve o gün Müzler1 oraya uğramış gibiydiler çünkü yokuş yukarı yürüyerek gelen yeni misafirleri