Evet! Recep böyle aklı başında bir çocuk çıktı. Hem de sözün doğrusu Yenişehir beylerinin pek çoğu uslu, akıllı çıkmazlardı. Çoğu mirasyedilik âlemlerinde servetlerini tükettikleri hâlde Recep Efendi, bir karış yer, bir habbe mal elden çıkarmayıp pek akıllıca hareket etti. Ama bunun bir büyük sebebi vardır. Şudur ki: Pederi vefat ettiği zaman on iki yaşlarında bulunan bu çocuk, o zamana kadar babasının yardımıyla ilkokulu, gereği gibi tamamlamış olduğu hâlde henüz tümüyle tek başına hareket edebilecek yaşta değildi. Valide baskısına itaat edecek kadar çocuk sayıldığından ve validesi Çelebi Molla ise pek becerikli bir kadın olduğundan çiftçilik işlerinin idaresine dair oğluna pek etraflı emirler verir ve Recep de bu emirlere harfi harfine riayet ederdi de işleri yolunda giderdi. Birkaç sene böyle bir annenin emri altında hareket eden Recep Efendi, çiftçilik işlerinin en maharetli bir müdürü gibiydi. Artık delikanlılık çağına girmiş bulunması sebebiyle silah kullanmak, hayvana binmek, avda, kuşta dolaşmak gibi merakları da ileriye götürdüğü hâlde validesinin bu meraklara asla itiraz etmemesi ve bu yolda çocuk ne kadar masraf etse esirgememesi Recep’in de validesinden hoşnut kalmasını sağlıyordu ve dolayısıyla onun gözetiminde devam ettiği emirlere uymayı çok lüzumlu görüyordu.
Çelebi Molla’nın gayet akıllı bir kadın olduğuna bu da delalet eder ki insan kısmı hangi yaşta bulunursa bulunsun elbette heva ve heves türünden sayılacak bazı şeylerin meraklısı olacağından, Recep gibi bir gencin böyle atlara, tüfeklere, tabancalara, av köpeklerine talanlara merak etmesini o yaşta bulunan bir delikanlı için muzır görmek şöyle dursun aksine faydalı da görmüştür. Zira bu meraklar kendi sahibini, cesur, çevik ve çabuk bir kahraman ederler. Hâlbuki çocuk bunlara merak etmeyecek olursa hiç meraksız, hevessiz kalması mümkün olamaz. O durumlarda kumar, işret falan gibi nice muzır ve tehlikeli meraklara düşeceğinden, bu tehlikeli meraklara düşüp de malını, vücudunu ve namusunu tehlikeye atacağına o kahramanca olan meraklara düşerek mert bir çocuk olarak terbiyesini tamamlamış olur. Çocuk terbiyesi konusunda bu ince sırlara ulaşmış bulunan akıllı bir validenin oğlunun mükemmel bir adam çıkmaması mümkün olabilir mi?
Recep’in validesine birkaç defa düşen münasebet üzerine “molla” unvanı vermiş olmamızın sebep ve hikmeti izaha muhtaçtır. Yenişehir’de kadınların “hanım”, “molla” ve “dudu”dan ibaret üç çeşit lakapları vardır. Bunun birincisini mutasarrıf, hâkim, muhasebeci, mektupçu ve şehrin yüksek hanedanından olan zevatın eşlerine tahsis ederler. Öyle her rast gelen “hanım” unvanını alamaz. İkincisini de kadınlar arasında mümkün olabildiği kadar okumuş bulunan kadınlara verirler. Burada maalesef yalnız “okumuş” bulunan demeye mecburuz. Zira yeni usul eğitimimizde çocukların yazması daha kolay ve okuması daha güç olduğu hâlde; eski usul tedrisimizde aksine kolaylık okumakta, güçlük ise yazmakta olduğundan harekeli yazıları okuyabilenler nispeten çok bulunurdu da bunlar yazı yazmaya muktedir olamazlardı. Eski usulün müsaadesi derecesinde Rumeli’de dahi kadın eğitimine önem verilir. Kızlardan pek çokları hıfzını dinletirler. Bunlardan daha çokları “Hüda Rabb’im”, “Muhammediye”, “Ahmediye”, Menkıbe-i Mevlid-i Şerif ve İlmihâl” vesaireyi pek güzel okurlar. İşte böyle okumuş olan kadınlara da velev genç olsunlar “molla” unvanını verirler. Hakikaten kibardan olmamakla beraber okuma bilmeyen kadınlara Yenişehir’de genel olarak “dudu” derler ki Deliorman, Tuna ve Balkan taraflarında da bunlara “kadış” lakabını verirler. Bizim Recep Köso’nun validesi, Yenişehir’de okumak ile meşhur olan kadınların en güzidesi olduğu gibi hatta sonradan oğluna gelen gazeteleri de okuyarak İstanbul’da kızlara yazı da yazdırıldığını görmekle gazetelerde gördüğü fıkraları kopya ede ede biraz yazmayı bile öğrenmiştir.
Yaşı on yediye doğru yaklaştığı ve belki de geçtiği zamanlar, Recep’in validesi oğlunun bazı gizli münasebetlerini de haber almaya başladı. Mesela tarım işlerinin hiç lüzum göstermediği zamanlarda yahut hiçbir av mevsimi olmayan vakitlerde Recep Efendi, köylere giderdi. Bir iki gece kalır. Dönüşünde validesi nereye gittiğini, niçin gittiğini ve gittiği yerde ne yaptığını sormaya başladığında münasip cevaplar da veremez. Evvelden yalanlar tertip edip hazırlamamış ki tereddütsüz ve ikna edici cevaplar verebilsin. Kendisi ise sütü temiz, özü sözü doğru bir çocuk olduğundan yalana tenezzül de etmez. Köylü kadınlarıyla geçirdiği gizli demleri validesine itiraf ve her şeyin doğrusunu ikrar da edemez ya? Kızararak bozararak söyleyebildiği yalanları Çelebi Molla kâfi cevaplar olarak asla tereddüt etmeyip:
“Pekâlâ oğlum pekâlâ! Delikanlı değil misin? Elbette istediğin gibi gezer tozarsın. Bundan dolayı sana darılmaya hakkım yoktur. Fakat düşün ki sen başka delikanlılara benzemezsin. Onların babaları, ağabeyleri var. Sen öksüzsün. Hatta öksüzden bile fazlasın. Sen aile babasısın. Hepimizin babası sensin. Kendini tehlikeye düşürecek hâllerde bulunma da nasıl istersen öyle gez, eğlen.” diye oğluna hem hadsiz izinler verir hem de asıl korktuğu şeylerden uzak durması için gerekli nasihatleri ifa etmiş olurdu.
Recep Efendi hakkında validesinin aldığı haberlerden daha fazlasını ahbaplarından birtakım kadınlar alırlardı. Ama bu fazla olan haberler ağızdan ağıza dönen haberlere katılan mübalağalardan çıktığına şüphe etmezsiniz ya? Bu ahbap kadınlar şu aldıkları haberler üzerine Çelebi Hanım’a nasihat vermeye de kalkışırlardı. Kendileri, kendilerine ait olan işleri için daima muhtaç oldukları nasihatleri, Çelebi Hanım’dan istemiş olsalar daha iyi ederlerdi ama dünya böyledir. İnsanoğlu daima bu hâldedir. İnsan kendisini nasihate muhtaç görmez. Başkalarını kendi nasihatlerine muhtaç görür. Çünkü başkalarının işlerini düşündüğü kadar kendi işini düşünemez de onun için kendini nasihate muhtaç görmediği hâlde başkalarını nasihate muhtaç görür. Bir akıllı derdi ki:
“Herkes başkalarının işlerine sarf ettiği aklını kendi işlerine sarf etmiş olsaydı dünyada bedbaht ve sefil kimse kalmazdı.”
Ahbap kadınlarının verdikleri nasihatlerin neticesi hemen umumiyet üzere Recep Efendi’ye münasip bir kız bulunup evlendirilmesi meselesine dönüşürdü. Çelebi Molla ise bu tekliflere büyük bir nezâketle bir tebessüm ederek derdi ki:
“Oğlumun mürüvvetini görmeyi ben de istemez miyim? Hatta evlendirmek için küçük de değildir. İdaremiz sebebiyle de buna bir mâni yoktur. Fakat evliliği istemek onun hakkıdır. Onu evliliğe zorlamaya da bizim hakkımız yoktur. Evet! Şöyle bir teklif ve teşvik edilmesi lüzumu hatırlara gelir ama benim kaidem böyle değildir. Bence bir delikanlı evlenmek isteyince onu anasına babasına anlatmanın elbette bir yolunu bulur.”
Bazen Hüdayinabit, yani ekilmeden biten ot, pek güzel bir bitki olduğu hâlde yine Hüdayinabit olmak üzere ne güzel insanlar da bulunur ki hiç kimseden bir hikmet dersi almamış oldukları hâlde sadece hislerinin yönlendirmesiyle âdeta her şeye hâkim olurlar. İşte Çelebi Molla da böyle kendi kendisine yetişmiş bir hâkim olduğunu her hâliyle gösteriyor. Öyle ya! Bir delikanlı evlenmeye lüzum ve ihtiyaç gördüğü zaman onun icabını icra için de mutlaka güzel bir münasebet bulur. Fakat delikanlı henüz evlenmeye lüzum görmediği hâlde onu evlendirmeye zorlayanlar sanki onun hakkında dostluk mu etmiş olurlar? Yüksekokul tahsili