“Ben buraya din ulularının emriyle geldim. Bakışım onların bakışıdır, sesim onların sesidir. Ne prens ne imparator şu dakikada benden büyük değildir. Size göklerden aldığım salahiyetle söylüyorum: Hemen kalkınız, kocanızı yakasından tutup yanıma getiriniz, kendisine Allah’ın oğlunu (İsa demek istiyor.) doğuran kadın namına tebliğ edecek sözüm var.”
Mari, bahçıvan yamağının, kameriyedeki hadise üzerine, çıldırdığına zahip oldu. Bu duruş, bu bakış ve hele bu konuşuş ancak bir deliye yakışırdı. Fakat merhamete layık olan bu mecnun, aynı zamanda ne heybetli görünüyordu!.. Endamında bir çınar sağlamlığı, gözlerinde bir hançer keskinliği, sesinde coşkun bir nehir azameti vardı. Haris kadın, deli bir erkekle karşılaşmaktan korku değil, haz duyuyordu. Ona, ilk gördüğü dakikadan beri hırçın ve çirkin bir iştiyak hasıl etmişti. Şimdi bu iştiyak, obur bir iştah ve hatta ihtiyaç derecesine yükselmişti.
Mari, ömründe çok şey görmüş ve çok tecrübe etmiş bir kadındı. Lakin bir deliyle o güne kadar aşk oyununa girişmemişti. İşte talih bu eksiği de tamamlamak için kendisine fırsat veriyordu ve endamı muhteşem, bakışı heybetli, sesi fırtına dolu bir deliyi ayağının ucuna kadar gönderiyordu. Bu fırsatı kaçırırsa bütün bir hayat pişman olacaktı.
Bir deli ile aşk?.. Oh, bu, ne müstesna bir zevk olacaktı! Bizans tarihinde uşaklara gönül veren yüksek payeli kadınlar çoktu. Fakat bir delinin, böyle heybetli bir delinin aşkını sınayan bahtiyar dişi yoktu. Mari, kendi bahtının yardımıyla o tarihin bu noksanını da kapayabilecekti ve on üç asırlık bir hayatı karartan alüftelerin en seçkini mevkisine yükselecekti.
İşte bu mülahazayla meftun meftun delikanlıyı süzerken dudaklarından âdeta haz sızıyordu. Bu ılık salya, muhayyel bir zevkin sızıntısı olmakla beraber kuduz bir ruhun da köpükleri demekti. Evet, Mari kuduruyordu. Bir deliyle sevişmek fikrinin ibramı altında köpüklü salyalar püsküren yaman bir iştaha kapılarak kıvranıyor, ateşleniyor, heyecanlanıyordu.
Bu alevli heyecan nihayet iradesini eritti ve dudaklarından çılgın bir sayha döküldü:
“Deli, güzel deli, beni de delirttin deli!”
Sayın okuyucular arasında kuduz bir köpeğin insanlara nasıl saldırdığını görenler elbette vardır. Hayvanlara mukadder ve musallat olan hastalıkların en korkuncu kuduzluktur. Bu hastalık, iğrenç olmasına rağmen acındırıcıdır ve başka mahluklardan çok fazla olarak köpeklere tasallut eder. Kudurmuş köpek, ölüm taşıyan ve her saniyesi ölüm ızdırabı veren zavallı bir hastadır. Bu felakete uğrayan talihsiz hayvan, beynindeki zehir yangını sebebiyle dört tarafını kaynar su hâlinde görür ve o alev deryasından sıyrılmak için bir köşe, bir kenar arar. Kuyruğunu, sanki o kaynar suda haşlanmaktan korunmak istiyormuş gibi kısar. Gözlerini, ihtiyarsız sabitleştirir, ağzından köpükler akıtır ve boyuna yürür. Onun kaçmaktan ve tevehhüm ettiği alev ummanından kurtulmaktan başka emeli yoktur. O sırada tesadüf ettiği herhangi bir gölgeye saldırır. Çünkü o gölgenin kendini kaçmaktan alıkoyacağını sanır. Hasta köpeğin bakışı, kuyruğunu sıkışı çirkindir. Saldırışı tehlikelidir. Fakat o kaçış, o sonsuz kaçış acıklıdır.
İşte o köpekler gibi alevli bir bakışla ve korkunç bir atılışla yanına gelen Mari’nin bu hamlesinden Abdurrahman’ın hasıl ettiği ilk intiba da acımak oldu. İki üç saat önce uhrevi tehditler karşısında çırpına çırpına ağlayan ve nedametli bir telaşla evine kaçan şu kuduz ruhlu kadının bu derece nefsine düşkün, bu derece haysiyet duygularından mahrum oluşuna acıdı. Lakin kuduzlara acımak onların zehirli dişleriyle ısırılmaya razı olmayı icap edemeyeceğinden kolunu demir bir set gibi Mari’nin göğsüne uzattı ve o tehlikeli saldırışı iki adım geride durdurdu:
“Madam…” dedi. “Uslu olunuz. Bütün evliya, bizi seyrediyor!”
Bu sözler, durmak veya geri dönmek emri değil de yeniden saldırmak için bir işaretmiş gibi ters tesir yaptı ve Mari “Deli, güzel deli!” narasıyla bir daha atıldı. Niyeti ne pahasına olursa olsun, delikanlıyı mağlup etmekti. Fakat Kara Abdurrahman’ın gergin kolu, bu saldırışı da incitici bir ısrarla geri iterken odanın ortasında evliya sesi yükseldi:
“Tükür Dimitri, bu hayâsızın yüzüne tükür!”
Başına ağır bir taş yiyerek yere yıkılan kuduz bir köpek gibi Madam Mari de bu korkunç nida üzerine birdenbire yere diz çöktü, dudaklarından sızan iştah salyaları kurudu, gözleri alabildiğine büyüdü ve dişleri arasında üç beş kelime çıtırdadı:
“Oh, deli! Sen bir uğursuzsun!”
Abdurrahman, kayıtsız ve vakur ilerledi, yatağın yanında sürünen harmaniyeyi aldı, Mari’nin üstüne attı.
“Kalkın.” dedi. “Önüme düşün. Beni kocanızın yanına götürün!”
Mari, bu çok kuvvetli ve hâkim erkek sesine, şuursuz bir inkıyatla itaat gösterdi, titreye titreye kalktı, endişeli bir sükûn için kocasının odasına doğru yürüdü. Abdurrahman, harekete geçmiş küçük mikyasta bir ehram gibi heybetli bir yürüyüşle kadını takip ediyordu.
Dimetoka tekfuru, mahmur sinirlerini, burun besteleriyle dinlendire dinlendire, derin bir uyku geçiriyordu. Oda kapısına hızlı hızlı vurulması üzerine yorgun gözlerini açtı ve öfkeyle haykırdı:
“Kim o?”
“Ben ve Dimitriyos!”
Kumandan, karısının sesini tanımakla beraber onun geldiğine inanamadı. Çünkü senelerden beri devam eden evlilik hayatında Mari’nin bu odaya, böyle vakitsiz geldiği görülmüş değildi. İlk yıllarda kendisi güzel ve hoppa karısını sık sık arardı. Bıkkınlık günleri başladıktan sonra artık birbirlerini görmez olmuşlardı. Bu sebeple Mari’nin odaya gelmesini imkânsız buluyordu ve onun Dimitriyos’la beraber bulunmasını ise büsbütün garip görüyordu. Sabaha karşı bahçıvan yamağının evde ne işi vardı ve koca bir prenses ne münasebetle onu yanına alıp kendi odasına getiriyordu?
Kumandan cenapları, çapaklı gözlerini ovuştura ovuştura bunları düşündü ve sordu:
“Doğru söyle Mari, sen misin?”
“Benim dostum, başka kim olabilir?”
“Ya yanımda Dimitriyos da var diyorsun!”
“Evet, o da var, seni görmek istiyor!”
Kral taslağı prens birdenbire hiddetlendi. Karısının delaletiyle de olsa bir bahçıvan yamağının odasına kadar gelip kendisini uykudan uyandırması azametine dokunmuştu. Hiçbir sebep, evet, hiçbir sebep tasavvur edemiyordu ki bu cüreti, bu küstahlığı mazur gösterebilsin! Yangın mı vardı?.. Eğer böyle bir şey olsa kapıya gelenlerin hemen haber vermeleri lazımdı. Saraya hırsızlar mı girmişti?.. Böyle bir hadisenin vukusuna imkân yoktu. Kiliselerin soyulması, papazların çuvallara sokulması kabilse de prens cenaplarının evine hırsız girmesi hatıra hayale gelmezdi. Bütün imkânsızlıklara rağmen bunların ve bunlara benzer vakaların yüz gösterdiği kabul olunsa bile bahçıvan yamağının oraya gelmesi yine bir küstahlıktı. Azametli prensin kuruntusuna göre orası, o yatak odası uşak takımının rüyada bile tırmanamayacakları kadar yüksek bir yerdi. Bizans tahtıyla kendi odası hemen hemen müsavi bir kıymetteydi. Sümüklü böceklerin o tahta yükselmesi nasıl tasavvur olunmazsa bahçıvan yamaklarının da bu yatak odasının eşiğine ayak atmaları o derece “gayritabii” idi.
İşte