“Biraz daha, biraz daha!”
Kara Abdurrahman’ın gözleri, ihtiyarsız, üç adım ilerideki ihtiyara kaydı. Herif, Sevindik’in soktuğu bir tutam otu ağzından çıkarmaya çalışıyor ve ak kıllara karışan yeşil otlar, ipekler arasında oynaşan tırtılları andırıyordu. Kumandan zadenin kahkahaları, Sevindik’in şaklabanlıkları, ihtiyar bahçıvanı sinirlendirmekle beraber gözü, madamın üzerindeydi. Çırağının kendine baktığını görür görmez manalı bir işaret yaptı ve ağzındaki otlardan bir tebessüm işledi.
Kara Abdurrahman “Mübarek olsun!” mefhumunu gösteren bu tebessümlü işaret üzerine belli belirsiz kızardı. O, iki çocukla bir ihtiyarın ve genç beslemenin önünde kendisini ta burnunun dibine sürükleyen kadında hayâsızlığın, pervasızlığın en yüksek haddini görüyordu, iç bulantısına tutuluyordu. Fakat kadın, âdeta sarhoştu. Kirli gömlekli, çıplak ayaklı bahçıvan yamağının mevzun endamından bir şeyler, haz kelimesiyle de ifade olunamayacak kadar bir şeyler teneffüs ediyordu.
Gözlerini bu mahzuz saniyelerde kapalı tutan Mari, biraz sonra kendini topladı.
“Şimdi git.” dedi. “Bana bir demet çiçek getir!”
Delikanlı hayretle hiddet arasında bocalayarak yürüdü. Çeşit çeşit çiçeklerden birer, ikişer kopararak demet yapmaya girişti. Eli bu işle meşgul olurken dudakları da boyuna bir iki cümle mırıldanıyordu:
“Aman kara oğlan, ayağını denk bas. Bu avrat yaman avrat!”
Yaratılışındaki inceliğin yardımıyla gerçekten zarif bir biçimde hazırladığı buketi sunarken çocuklar da ihtiyar bahçıvanı azat etmiş, Madam Mari’nin yanına gelmiş bulunuyorlardı. Sevindik, amcasının yırtık gömleğini kadına göstererek ve kelimelerden kuvvetli işaretler yaparak yalvarıyor, onun da kendisi gibi giydirilmesini istiyordu.
Mari, şen ve zeki çocuğun bu dilsiz şefaatini mühimsemedi.
“Olmaz İlya.” dedi. “Amcan böyle gezecek. Çünkü onun kıymeti biraz da kıyafetindedir!”
Ve sonra Abdurrahman’ın getirdiği demeti gözden geçirdi.
“Evyesu (aferin) Dimitriyos.” dedi. “Elin işe yarıyor. Sana iyi hem de çok iyi bakmasını ustana tembih edeceğim.”
Artık gidiyordu. İhtiyar bahçıvan, yavaş sesle söylenen emirleri işitmek için zayıf boynunu ileri uzata uzata madamının arkasına takılmıştı. Hizmetçi kız, onun biraz gerisinde yürüyordu. Kumandanın oğluyla Sevindik, Abdurrahman’ın yanında kalmışlardı. Küçük sipahi, öbürlerinin uzaklaşmasıyla beraber sıçradı, delikanlının başındaki kara yazmayı aldı. Mari’yle hizmetçilerin yürüdükleri istikametin aksine koşmaya başladı. Kumandan zade, soytarısının bu yeni oyununu el çırparak alkışlarken Abdurrahman da Sevindik’i kovalıyordu. Yirmi otuz adım ileride ve bir ağaç kümesi arasında Sevindik yakalanmış gibi göründü ve yazmayı Abdurrahman’a verirken fısıldadı:
“Emmi diyeceğin var mı?”
“Bugünlük yok.”
“Ben evin her tarafını gezdim, deliğini gediğini hep öğrendim.”
“İyi yapmışsın. Her gün bahçeye gelmeyi sakın unutma.”
Biraz sonra çocuklar da şakalaşarak, gülüşerek uzaklaşmışlar, ihtiyar bahçıvanla Kara Abdurrahman baş başa kalmışlardı. Usta ve çırak garip bakışlarla bir müddet birbirlerini süzdüler, sessiz durdular. Biri sormaktan, öbürü söylemekten çekiniyor gibiydi. Nihayet geveze ihtiyar, ağzını açtı.
“Müjde.” dedi. “Madam seni görmeye gelecek!”
“Beni görmeye mi gelecek? Niçin?”
“Onu kendisinden öğrenirsin. Ben yalnız müjde veriyorum.”
“O, koca bir madam. Bu sarayın sahibi, büyük isterato pedarklardan16 birinin karısı. Ben kirli bir bahçıvan yamağıyım. Öyle bir kadın bana ne öğretebilir ki?”
İhtiyar, zarif bir tarhın kenarına çömeldi:
“Seni hoş gösteren biraz da kirliliğindir!”
“Kirliliğim mi usta?.. Bizim madam pislikten mi haz alır?”
“Evet. Onun tabiatı böyledir. İltifat edeceği adamın kirli olmasını ister.”
“Vallahi tuhaf. Hiç böyle şey işitmemiştim.”
“Senin yaşındayken ben de işitmemiştim. Sonra neler gördüm neler!.. Fakat bu madam, bütün gördüklerime taş çıkarttı, bana da parmak ısırttı. Yalnız sana bir öğüt vereyim: Madama sakın gönül verme!”
“Öğüde ne hacet usta. Bir uşak parçası, hanımına gönül verir mi?”
“Gönül arsızdır oğul. Güllüğe de düşer, çöplüğe de. Hele erkek yüreği kara sinek gibidir. Konmadığı yer yoktur.”
“Şu sözüne bakıyorum da kendimi şu eve uşak değil, güvey gelmiş sanıyorum. Beni güldürme Allah’ını seversen!”
“Bildiğimi, sezdiğimi söylüyorum. Aslan yapılı bir delikanlısın ama görgün kıt. İnsan, senin yaşında, kadınları melek zanneder. Biraz sonra o meleklerin içyüzünü görmeye başlar, benim yaşıma gelince de kadın ismini ağzına almaz olur. Bizim kadınlardan bahsettiğimi anlıyorsun, değil mi?.. Onlar, bizim dişilerimiz, şeytanın piçleridir. Buna inanmalısın. Hele Madam Mari! O, piçlerin de piçidir.”
Ve birdenbire sözü değiştirerek sordu:
“Darılma ama siz familyaca Türk’e aşılanmışsınız. Bu dilsizin de babasının Türk olduğuna yemin ederim.”
“Senin gözün her yerde Türk görüyor usta. İlya’nın babası benim kardeşimdi.”
“Senin, babası Bizans köylüsü olan kardeşin değil, Bizans imparatoru dahi böyle çocuk yetiştiremez. Daha yedi yaşında ya var ya yok. Parmakları çelik gibi. Benimle şakalaşırken tuttuğu yeri çürütüyordu.”
“Sen ihtiyarsın, çabuk inciniyorsun.”
“Kumandanın oğlu da öteme, berime yapışıyordu. Fakat acı vermiyordu.”
“Biz köylüyüz, o prens!”
“Onlarda Bizans, bizde Türk kanı var, desen daha doğru. Her neyse. Sana madamın emrini söyleyeyim. Bu gece fıskiyeli havuz yanındaki kameriyede kendisini bekleyeceksin!”
Abdurrahman, iki elini yüzüne kapadı ve mırıldandı:
“İstemem, istemem!”
“Senin isteyip istememenin ehemmiyeti yok. O, istiyor ya, kâfi. Yalnız, öğüdüm kulağında kalsın: Elini ver, gönlünü verme!”
İhtiyarın “müjde”si doğru çıktı. Madam Mari gece yarısı kameriyeye geldi. Üstüne beyaz ipekten ince bir maşlah almıştı, aynı kumaştan bir örtüye bürünmüştü. Çıplak ayağıyla, yırtık gömleğiyle orada kendini bekleyen delikanlıyla yüz yüze gelir gelmez, eşini bulan dişi geyik gibi, kısık bir ses çıkardı, tuhaf bir homurdanışla onu yakaladı, kameriyenin bir köşesine sürükledi.
Şimdi o homurtular kelimeli bir şekil almıştı ve Abdurrahman’ın kulağına ılık, çok ılık bir sual akıtıyordu:
“Dimitriyos, güzel Dimitriyos, beni seviyor musun?”
Delikanlı