Krallar Avlayan Türk. M. Turhan Tan. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6865-68-6
Скачать книгу
diş neyse Türk’e de kılıç odur, derler. Mademki benim kılıcım yok, demek ki Türk değilim. Gözünü bir iyi sil de usta, rüyan dağılsın, yüreğin yerine gelsin!”

      İhtiyar bahçıvan içini çekti:

      “Adreyanos’tan kaçtım kaçalı kendi kendime düşünüyorum; bizim erkekleri Türk’e benzetmek çarelerini arar dururum. Ağaçları aşıladıkça, yeni tohumlar bulup yeni çiçekler yetiştirdikçe içime sızı düşer. Hızır Bey’in bizim kumandanımızı boğuşu da bir gün bile gözümün önünden gitmez. Bizim erkeklerin, bizim delikanlıların ellerini onun pençesi gibi kuvvetlendirmek için, hülya bu ya, bir sürü tedbirler tasarlarım. Benim düşündüğümü senin baban bulmuş. Ne yalan söyleyeyim, memnun oldum. Keşke bizim Kraliçe Mari de ananın tuttuğu yolu tutsa, bir Türk bulup onunla oynaşsa. Böyle yapınca belki bir Dimitri de o doğurur.”

      İhtiyarın hatıraları uyanmış, geveze talakati canlanmıştı.

      “Bilir misin?..” diyordu. “Türkler ne yaman adamlardır? Sanki Allah bizi çamurdan, onları çelikten yaratmış. Aramızda o kadar fark var. Biz ete düşkünüz, şaraba tutkunuz, uykuya âşığız. Onlar sade şipit (bir nevi yufka) peynir ve yoğurt yerler, ayran içerler. Yine biz çerçöpe benzeriz. Onlar demir gibidir. Ben Adreyanos’ta esir oldum, birkaç yıl Türkler arasında yaşadım. Kadın gördüm ki kocası kadar mükemmel silah kullanırdı. Çocuk tanıdım ki babasından cesurdu. O nur topu gibi kadınların ata binip yarışa çıktıklarını gördükçe ağzım sulanırdı. Sekiz on yaşında yüzü güneşten kararmış çocukların benim kaldıramayacağım kadar ağır kılıçlarla, yaylarla süslenerek, atlarının eyerlerine davullarını asarak yazın yaylaya göç ettiklerini seyrederken Türk doğmadığıma yanardım, gözlerim yaşarırdı, hayıflanırdım.”

      Kara Abdurrahman’ın burnu sızlamaya başlamıştı. Yaylaya çıkış, kışlağa iniş hatıraları bütün cazibesiyle zihninde kımıldanıyordu. Ağaç dallarından yapılma altlıklarla (iskemle), her gün bol suyla yıkanan tahta masalarla süslü çadırlar gözünün önüne geliyordu. Beyaz gömleğinin kollarını sıvayarak çadırın bir köşesinde sac katmeri yapan anası, beri tarafta üzüm hoşafını kâselere dolduran kız kardeşi, ötede kilim dokuyan halası, çadır dışında neşeli neşeli kişneyen küheylanlar, medet çeken koyunlar birer birer hayalinde canlanıyordu. İhtiyar bahçıvanın ağzını kapamak, başından o yırtık kara yazmayı atıp şöyle haykırmak istiyordu:

      “Ben Türk’üm herif, bana beni anlatma!..”

      Fakat nefsini zorlayarak heyecanını yendi ve bahçıvana takıldı:

      “Sen Türk’e gönül vermişsin. Bari din değiştirip aralarında kalaydın. Ne diye buraya geldin?”

      “Halt ettim, Dimitri, halt ettim! Türk’e uşaklık yapmak bu sarayda muhabbet tellallığı yapmaktan elbette iyiydi.”

      Delikanlı güya şaşkınlaştı:

      “Amma yaptın usta. Burada bir işin de tellallık mı?”

      “Tellallığın en koyusunu yapıyorum. Hem de parasız!”

      “İşte bu tuhaf!”

      “Tuhafı muhafı yok. Yetmiş yaşında bir ihtiyarın böyle bir evde barınabilmesi için o işi de yapması lazım. Ara sıra efendiye, ara sıra karısına bu yolda hizmet ederiz. İpliğimizi boyamış, yerimizi sağa çıkarmış oluruz.”

      Kara Abdurrahman, Madam Mari’nin hususi hayatını uzun uzun söyletmek düşünceleri biraz gülünç olmakla beraber sezişi doğru görünen ihtiyar bahçıvanı bülbüle çevirmek istiyordu. Fakat bahçenin bir köşesinden Sevindik’le kumandan zadenin koşa koşa geldiklerini, Madam Mari’nin de arkasında bir hizmetçi kız, salına salına çocukları takip ettiğini görünce susmak zorunda kaldı. Bahçıvan da kendine çekidüzen veriyor ve fısıldıyordu:

      “Gözünü aç Dimitri, madam geliyor. Hem de senin için geliyor!”

      Sevindik bir iki saat içinde tamamıyla değişmişti. Yeni ve şık elbiseler, güzel kokulu bir tuvalet, çocuğun eşsiz güzelliğini bir kat daha açığa çıkarmış bulunuyordu. Kumandan zade, gürbüz sipahi yavrusunun yanında karga yavrusu gibi cılız ve çirkin görünüyordu. Fakat Sevindik kendi üstünlüğünü sezmez görünerek boyuna dilsiz şaklabanlıkları yapıyor ve küçük prensi kahkahalarla güldürüyordu.

      Çocuklar bahçıvanla yamağının yanına gelir gelmez Sevindik koştu. Üstüne giydirilen ipekli kaftanı, ayağındaki pabuçları Kara Abdurrahman’a gösterdi ve sonra onun kirli gömleğine, çıplak ayaklarına işaretle acımak tavrı aldı. Daha sonra bahçıvanın karşısına dikilerek maskaralığa başladı. Kumandan zade de ihtiyar adamın yüzündeki buruşuklukları sayar görünen Sevindik’e bakıp el çırpıyordu, “İyi say, iyi say.” diye bağırıyordu.

      Kirya Mari bu neşeli çırpınışlar arasında geldi, Sevindik’in maskaralıklarını ve oğlunun tebessümlerini alkışladı, sonra Kara Abdurrahman’a sordu:

      “Nasıl, Dimitriyos, bahçeyi beğendin mi?”

      “Size layık bir bahçe madam. Allah safanızı artırsın.”

      “Bahçıvanımı nasıl buldun? Biraz ihtiyardır ama tanımadığı tohum, bilmediği çiçek yoktur. Eşi az bulunur.”

      “Sözü de sohbeti de tatlı. Konuşurken ağzından bal akıyor.”

      Mari güldü:

      “O balı tatmadım. Yalnız ustalığını ve her işe gelir bir adam olduğunu bilirim. Seni çarçabuk kendine ısındırdığına memnun oldum. Başka bir vazife alıncaya kadar sıkılmazsın.”

      Sevindik o sırada bahçıvanın göğsündeki beyaz kılları birer birer koparıp kumandanın oğluna vermekle meşguldü. Canı yanan ihtiyar bu tatsız şakadan yakasını kurtarmak için madama şikâyet etti:

      “Bu dilsiz de nereden çıktı? Az daha gayret etse beni kılsız bırakacak, uyuz eşeğe çevirecek. Emrediniz de uslu dursun.”

      “A, sen işitmedin mi? Bu dilsiz, hüner kumkumasıdır. Kale duvarını tırmanarak aştı. Biz de kendisini oğlumuza maskara tayin ettik. Dimitriyos’un yeğenidir. Ne yaparsa yapsın, aldırma.”

      “İyi ama madam, kıllarımı yoluyor.”

      “Sana kılın ne lüzumu var, varsın yolsun!”

      Şimdi arkasını ihtiyara çevirmiş, Kara Abdurrahman’ı, bir kitap okur gibi, dikkatle süzmeye girişmişti. Delikanlı bu derin bakışların manasını anlamıyormuş gibi kayıtsızdı. Kirpiklerini oynatmadan, yüzüne küçük bir seziş izi çizmeden put gibi hareketsiz duruyordu. Hâlbuki kafası yaman yaman işliyordu. Zevk düşkünü, ahlak yoksulu ve şehvet delisi olduğu söylenen dışı güzel, içi çirkin kadının kendisine ne yolda açılacağını düşünüyordu. Bir yandan da ona karşı alacağı vaziyeti tasarlıyordu. Kadının melahatini15 takdir etmiyor değildi. Fakat hüviyetinden iğreniyordu.

      Mari’nin güzelliği biraz eksik, cazibesi biraz noksan olsa, lakin ahlakı mazbut bulunsa bu iğrenişten uzak kalacaktı. Ezilmesi, yok edilmesi icap eden bir adamın eşi olmasına rağmen şu kadın için yüreğinde düşmanlık duygusu yoktu. Yalnız, onu iğrenç buluyordu ve bu, ihtiyar bahçıvanın sözlerinden ileri geliyordu.

      Bununla beraber o evde bulunduğu müddetçe her şeye tahammül etmek lazım geldiğini unutmuyordu. Küçük bir sendeleyiş kendisini ve bilhassa Sevindik’i tehlikeye düşürebilirdi. Gerçi mukaddes maksat uğrunda ölmek haritada yazılıydı ve böyle bir ölüm, şahsı için büyük bir şerefti. Fakat Sevindik’in hayatını muhataraya koymak istemiyordu.


<p>15</p>

Melahat: Güzellik, yüz güzelliği. (e.n.)