Prens cenapları bu sözleri söylemekle meşgulken Sevindik ve Emanoel yavaş yavaş yürümüşlerdi, herifin sağını solunu işgal etmişlerdi. Sevindik, hakiki bir melek gibi pırıl pırıl parlıyordu ve halkın gözünü kendi üstüne çekiyordu. Nutuk biter bitmez yüzlerce insan ağzından aynı cümle fırladı:
“Dilsiz İlya, dilsiz İlya, Dimetoka’nın en güzel çocuğu odur.”
Sevindik’in bir gün önce gösterdiği hünerden husule gelen heyecan bütün yüreklerde tazeliğini muhafaza ediyordu. Güzelliğiyse o dakikada Dimetokalıları âdeta cezbelendiriyordu. Prens cenapları bu umumi dil birliği üzerine gözlerini Sevindik’e çevirdi ve dudaklarını ısırdı. Evet, halkın hakkı vardı. Kasabanın ve belki bütün Bizans ülkesinin en güzel çocuğu dilsiz İlya’ydı. Lakin soyu sopu belirsiz bir dilsizi, yüzü güzel diye, Meryem Ana’nın karşısına çıkarmak kumandanın azametine dokunuyordu. Onun fikrince güzellik asaletle birleşince bir mana ifade edebilirdi. Asil olmayan güzel, iyi yapılmış bir çanaktan başka bir şey değildi.
Prens cenapları, Sevindik hakkında böyle düşündü. Lakin halkın intihabını reddetmeyi göze alamadı, düşünmeye daldı ve nihayet bir hal sureti buldu.
“Bizim İlya…” dedi. “gerçekten güzeldir, fakat dilsizdir. Meryem Ana’yla konuşamaz. Hem bu mahzurun önüne geçme hem de Mesih’in anasını kendi dileğinden fazla bir itinayla karşılamış olmak için veliahdım Emanoel’i de bu işe memur ediyorum. Oğlum ve soytarısı birlikte Meryem Ana’yı istikbal edeceklerdir.”
Halk, prensin kendi çocuğunu da ortaya atmasına ses çıkarmadı. Çünkü istenilen şey, kasabanın en güzel çocuğunu seçmekti ve onlar bu işi dil birliğiyle yapmışlardı. Meryem Ana, dilsiz İlya’yı görecek olduktan sonra yanında bir veya iki çocuk daha bulunmasının ehemmiyeti yoktu. İsa’nın anası bu tufeylilere isterse iltifat ederdi, istemezse etmezdi. Lakin dilsiz İlya’yla alakalanacağı muhakkaktı.
Prens, küçük Emanoel’in de istikbale gönderilmesine ilişik edilmediğini görünce son emirlerini söyledi:
“Şimdi evinize gidiniz, temizleniniz, süsleniniz, kokular sürünüz, zevale yarım saat kala büyük tarlaya geliniz. Ben askerlerimle, kilise erkânıyla ve çocuklarla aynı zamanda oraya gelmiş bulunacağım. Meryem Ana, bütün Dimetoka halkını orada görmelidir. Hastalar bile sedyelerle tarlaya getirilecektir. Kasabada kalanların burnunu keserim!”
Manzara, her bakımdan, tasvire değer. Her bakımdan diyoruz. Çünkü sahnenin ruhiyatla olduğu kadar şiirle de alakası vardır. Bir taraftan da tarihe temas ediyor. Ruhi cephe, Dimetokalıların o geniş tarlada aldıkları vaziyettir. Dişi ve erkek, genç ve ihtiyar birkaç bin kişinin derin bir sessizlik içinde gök kapılarını beklemeleri kolay kolay tesadüf olunabilir hadiselerden değildir. O gün bu birkaç bin vücut tek bir yürek hâlindeydi. Zengin ve yoksul, aç ve tok herkes aynı emeli taşıyordu, aynı ümide bağlanmıştı, aynı şeyi bekliyordu. Güneş, öğle güneşi, bu gafil insanların boş beyinlerini yakından görmek ister gibi biraz alçalmıştı, ateşten istihzalarını bütün kalabalığa püskürüyordu. Herkes ter içindeydi. İhtiyarlar göğüslerini açarak, gençler gömleklerinin yakalarını kıvırarak serinlemeye çalışıyorlardı.
Sahnenin şiir tarafı, bu renk renk insanların tek bir göz gibi göğe gönül açmalarındaydı. Evet, orada semalara açılmış bir yürek manzarası vardı. Bu yürek, hadiselerin kendisinden esirgediği neşeyi gökten bekliyordu. Gerçi beşer dediğimiz fâni zümre, sık sık göğe el kaldırmaktan geri kalmamıştır. Bu, yerde sürünen aczin gökte gürleyen kudrete hayranlığını ifade eden bir durumdur. Fakat hiçbir şehrin gökten gelecek misafiri karşılamaya çıktığı görülmemişti. Dimetokalılar şiir sayılacak bir iman ve yine şiir sayılacak bir heyecan içinde işte bu garabeti gösteriyorlardı.
Muhterem okuyucular arasında “gök kapısının açılması” hurafesini bilenler elbette çoktur. Senenin bir gününde gök kapısının açılacağına, vaktiyle inanılırdı. O gün, her hurafede bulunması şart olan terdid kaidesi mucibince, sarih olarak belli değildi. Filan ayda bir gün!.. Efsaneye inananlar, işte o ayın birçok gecelerinde uyumazlardı, sabaha kadar gözlerini göğe dikip beklerlerdi. Gök kapısının açıldığını görebilecek olanlar, bütün dileklerini elde etmekle mübeşşer24 idiler. Bu sebeple binlerce ve binlerce insan, bu semavi hadiseye şahit olmak, sonunda da hazinelere ve her şeye kavuşmak hırsıyla uykularını feda edip yüksekteki boşluğa gözlerini hapsederlerdi. Eğer onlar, sema denilen ve sayısız âlemlere cevelan sahası teşkil eden o hudutsuz boşluğun mahiyetini bilselerdi elbette bu manasız imana kapılmazlardı. Fennî hakikatleri bilmedikleri için bu gülünç akideyi besliyorlardı ve yeryüzündeki tek bir adamın gök kapısını açık görmüş olmamasına rağmen akidelerini muhafazada ısrar ediyorlardı.
Dimetokalılar da yaşayanlar için ölümün mukadder olduğunu, ölenlerin toprağa münkalip olacaklarını ve hiçbir ölünün gömüldüğü yerden, etiyle, buduyla göklere çıkmasına imkân bulunmadığını bilselerdi, Meryem Ana’yı istikbale elbet çıkmazlardı. Fakat onlar ölünün dirileceğine ve dirildiğine inandıkları gibi, gökten yere adam ineceğine de iman beslemekten geri kalmıyorlardı.
Dimetokalılar, zevalden yarım saat evvel tarlaya gelmişlerdi. Prensle karısı, başpapazla maiyeti, şehrin nüfuzlu aileleri, elli altmış kişilik bir grup hâlinde halktan ayrı bir mevki almışlardı. Bu gruba dâhil olanlar Meryem Ana’nın huzurunda da halkla bir seviyede bulunmak istemiyorlardı.
Dinî akideler ne şekilde olursa olsun dünyevi mertebeler yaşar. Beşerî düşüncelere kıymet verip de sandalyesinden vazgeçen patrik yoktur. Nitekim peygamberler de ümmetlerinin önünde yürürlerdi. İnsanların kardeş olduklarını haykıran bugünün mütefekkirleri de aç kalmış kardeşlerle birlikte oruç tutmaya razı olamazlar. Demek isteriz ki açlığa ağlayanlar ekseriya toklardı. Bu merhamet, bir nevi hazım işidir, tamamıyla midevidir. Fakat fikri görünür!..
Asilzadelerin ve papazların halktan uzak durmalarına rağmen tarladaki şeref mevkisi Sevindik’le Emanoel’e tahsis olunmuştu. Onlar, bir büyük ağaç altındaydılar. Halktan da kibar takımdan da ayrı bulunuyorlardı. Yanlarında iki süslü at vardı ve hayvanların eyerlerinde birer güzel kılıç asılıydı. Çocuklar, gölgeli yerde bulundukları için terlemiyorlardı. Lakin bu toplanışın sırrını pek de kavramış değillerdi. Atlar, hoşlarına gidiyordu. Kılıçlar, gözlerine şık bir oyuncak gibi cazip görünüyordu. Ne çare ki gümüş gemli, gümüş üzengili, sırma eyerli hayvancıklara el vuramıyorlardı, altın kabzalı kılıçları bellerine bağlayamıyorlardı. Prens, kendilerini sıkı bir dilsizliğe mahkûm etmişti. Azar işitmemek için heveslerini içlerinde saklayarak o canlı ve cansız güzellikleri ancak gözleriyle okşuyorlardı.
Zeval vakti yaklaştıkça