Terzi kız, bu düşünce ile sahte bir ciddiyet takındı:
“Nevcivan!” dedi. “Kısa düşünüyorsun. Eğlence için düzinelerle kâğıt doldurulmaz. Sonra, mektuptaki iniltilere baksana! Boş yürekten bu yanık sesler çıkar mı? Ben, işin doğru olduğuna hiç düşünmeden yemin ederim. Süruri Bey’i tanımıyorum. Fakat şu mektup sahibinin küçük hanıma gönül verdiğine işte istavroz çıkarıyorum.”
Besleme kız, ısrar ediyordu: “Peki ama küçük hanımı bu adam nerede görmüş?”
“Ne bilelim biz! Belki çarşıda, belki sokakta gördü, belki bir evde rastladı da anahtar deliğinden gözetledi. Dünya bu, olmaz olmaz ki?”
Nadire Hanım, yüreği sıkıla sıkıla konuşmayı dinliyordu. Utanmasa beslemeyi azarlayacak, odadan kovacak, terzi kızı da kucaklayıp dudaklarından öpecekti. On beş yaşına girdiği günden beri için için doğumunu beklediği muhabbet güneşi, işte otuz yaşına ayak bastıktan sonra ilk nurunu yüreğine dökmüştü. Besleme Nevcivan, bu mukaddes doğumu âdeta söndürmek, o mübarek ve sıcak ziyayı henüz yüreğine yayılırken söküp atmak istiyordu. Aleksandra ise bu zalim taarruzu defe çalışıyordu. Besleme, bir gaddar; terzi kız, müşfik bir dost görünüyordu.”
Fakat ne ötekini azarlamaya ne berikini okşamaya bir müddet cesaret edebildi… Derin bir eza içinde, münakaşanın neticesini bekledi, Aleksandra’nın son sözü üzerine ise artık dayanamadı:
“Mektup…” dedi. “Bana yazılıyor, tasası Nevcivan’a düşüyor. Ben bu işe inandıktan sonra başkasının şüpheye düşmesi saçma olmaz mı?”
Nevcivan, saffetli bir inat ile hanımına da karşılık vermekten çekinmedi:
“Ben sizin için tasalanıyorum, işin sonunda bir maskaralık çıkar da el diline düşerseniz iyi mi olur? Ortada dönüp dolaşan zaten bir avuç kâğıt. Onu da kimin yazdığı belli değil. Hele biraz ağır olun. Suya yanaşmadan paçaları sıvamayın, çorbayı görmeden kaşığı hazırlamayın.”
Şimdi münakaşa hararetlenmişti. Süruri Bey’in mevcut bir şahsiyet mi yoksa muhayyel bir şey mi olduğu esası üzerine görüşler, düşünceler üretiliyordu. Nadire Hanım, kelimelerinde abıhayat dalgalanan âşığının varlığına ve yokluğuna dair söylenen sözleri, müthiş bir azap içinde dinliyordu. Sözün uzadığını görünce bağırdı:
“Ben sizi değil gönlümü dinliyorum. Süruri Bey’i de düpedüz karşımda görüp duruyorum. Zaten Halep orada ise arşın burada! Kendisine kısa bir cevap yazar, göndeririz. Karşılığını alırsak kimsenin diyeceği kalmaz.”
Nevcivan, gene bir müşküle işaret etti:
“Yazacağınız cevabı nereye göndereceksiniz? Süruri Bey, sarı çizmeli Mehmet Ağa gibi bir şey. Evi belli değil, yeri belli değil!”
Aleksandra, bu noktayı deminden beri zihninden geçirip duruyordu. Sayfalar dolusu yazı yazan meçhul erkeğin adres göstermemesi dikkatinden kaçmamıştı. Fakat o, garip görünen bu eksikliği, âşık efendinin ihtiyatperverliğine yormak istiyordu. Nadire’nin böyle bir teşebbüsten kızarak ters bir cevap vermesi, hatta mektubun Nadire’den evvel babasının eline geçerek polise yollanması muhtemeldi. Süruri Bey, şüphe yok ki, bu ihtimalleri göz önüne almış ve ihtiyat gösterip adresini vermemiş olacaktı. Nadire Hanım’ın birdenbire gösterdiği çılgın sevince nazaran lüzumsuzluğu meydana çıkan şu ihtiyatın şimdi zararı da hissolunmaya başlıyordu. Kızcağız, hemen cevap vermeye hazır fakat bu emeli tatmin etmek vasıtasından mahrum bulunuyordu.
Terzi kız bütün bu noktaları çarçabuk tahlil ve terkip etti:
“Sarı çizmeli Mehmet Ağa’mızı…” dedi. “Bulmak kolay!”
Nadire coşkun bir arzuyla, Nevcivan da gizli bir alay ile sordular:
“Nasıl?”
“Beklemekle!”
“Anlamadık!”
“Anlaşılmayacak bir şey yok. Sevdalanan yürek, ateş püskürmeye başlayan dağlara benzer. İçini adamakıllı boşaltmadıkça, lavlarını dökmedikçe dinmez, rahat etmez. Süruri Bey de, sade bu mektubu göndermekle susmayacaktır. Bir daha, bir daha yazacak, derdini anlatıncaya kadar çalakalem inleyecektir. Bu mektupların birinde olmazsa öbüründe adresini görürüz.”
Aleksandra planını çizmişti. Nevcivan’ın zannettiği gibi bu mektup, komşulardan birinin muzipliği eseri olsa bile, kendisi o latifeyi uzatacaktı. Aynı imza ile aynı vadide mektuplar gönderecek, kızın masum zevkini körükleyecek ve icap ederse bir de erkek kiralayarak bu oyunu dilediği noktaya kadar götürecekti. Süruri Bey’in hakikaten mevcudiyeti hâlinde ise bu külfetlere hacet kalmayacaktı. Oyun, kendiliğinden ve pek kolaylıkla cereyan edecekti.
Nadire Hanım’la Nevcivan, Aleksandra’nın neler düşündüğünü bilmedikleri için, ortaya attığı fikrin yalnız görünüşüne bakıyorlardı. Daha doğrusu Nevcivan, bu fikri sadece doğru buluyordu. Nadire Hanım ise doğru bulmakla yetinmiyor, Süruri’nin sık sık kâğıt yazacağını düşündükçe istiğraklar geçiriyordu. Şimdiye kadar kimsenin dikkatini celbetmeyen güzellikleri için kibar bir delikanlının her gün bir kaside göndereceğini düşünmek, zavallı kızcağızı kabına sığmaz bir hâle getiriyordu.
Bu coşkun sevinç arasında ani bir düşünce kafasında titredi. Şu kutsi aşk vesikasını ne suretle elde ettiğini ilk defa olarak hatırlamak mecburiyetinde kaldı. Babasının meşguliyeti sırasında âşığının mektubunu çalabilmişti. Bundan sonra gelecek mektupları o suretle elde etmek imkânı yoktu. O hâlde sevgilisinin ikinci, üçüncü, dördüncü mektupları babasının eline geçecek, kendisi o güzel sözleri, o ateşli çığlıkları, o tatlı iltifatları, o sarhoşlatan tavsiyeleri işitemeyecekti.
Babasının mektuplara karşı alacağı vaziyeti hiç düşünmüyordu. Onları görememek, okuyamamak ihtimaliyle ruhunda uyanan azap, yüreğinde kıvranmaya başlayan ızdırap o kadar büyüktü ki diğer ihtimallerin yaratacağı elemler için benliğinde yer kalmıyordu. Çirkin kız, işte bu azap ve ızdırapla inledi:
“Mektuplar gelecek diyelim. Biz nasıl alacağız? Bunu bile nasılsa gördüm, babamın yanından hırsızlama aldım.”
Aleksandra, bu büyük mahzura da hemen çare gösterdi:
“Evinize gelenlere ya Nevcivan kapıyı açar ya Karanfil. Onlar bundan sonra bütün mektupları getirsinler, siz de kendinizinkileri alınız.”
Nadire, dalgın ve mahzun başını salladı:
“Nevcivan bu işi hatırım için belki yapar. Fakat Karanfıl’e güvenemem.”
Çirkin kızın acıklı bir sıkıntı içinde söylediği bu söz biter bitmez odanın kapısı açıldı. Zenci aşçı içeriye girdi, ellerini kalçasına dayadı, “Vay!” dedi. “Benim neyimi gördün de için bulandı? Rabb’im yüzümü karaya buladı ama yüreğimi gümüşle kapladı. Nevcivan daha dün geldi, ben senin beşiğini salladım, bezlerini yıkadım, hâlâ tırnaklarımda çocukluğunun kirleri duruyor. Ona bel bağlayıp da benden işkillenmekten utanmıyor musun?”
Karanfil Kalfa, hayli zamandan beri başını eşiğe koyup içerideki muhavereyi25 dinliyordu. Yatak komşusu Nevcivan’ın birkaç saat küçük hanımın yanında kalışı kendisinde şüpheler uyandırmış, şu üç kızın baş başa verip neler konuştuklarını anlamak emeliyle kapı dibine gelmişti. Mektubun ancak sonuncu sayfalarını işitmekle beraber vaziyeti tamamıyla kavramıştı. O da, Süruri Bey isminde birinin küçük hanıma name yolladığını,