Ve birdenbire kaşlarını çattı, sesini yükseltti:
“Sen, Rumların güzel olduğunu söylemekle aklınca güzelliğin sizde irsî olduğunu anlatmaya yelteniyorsun. Sizlerin, yani kendi kendilerine Rum diyen insanların güzelliği, şu bizim evlerde yüz çeşit parçadan yapılan bohçaların güzelliğine benzer. O bohçaların da birdenbire göze çarpmaması mümkün değildir. Fakat bu göz kapış, hakiki bir güzellikten ileri gelmiyor, birbirine uymayan renklerin yan yana dizilmesinden doğuyor. Şayet bugünkü Rumlarda bir güzellik tevehhüm14 olunuyorsa sebebi budur, ayrı ayrı ve birbirine karşı tamamen aykırı parçalardan yapılma bohçalara benzemelerindendir! Bu hakikat, münakaşaya değmez ama bazı zirzopların da senin gibi düşündüklerine yüz yılda, beş yüz yılda bir tesadüf olunmuyor değil. Mesela İngilizlerin Lort Byron’u! O da senin kafanda bir adamdı. İki bin sene evvel Atina’da, Sparta’da ‘güzellik’ bulunduğuna inanmış ve onu diriltmek için bir sürü çılgınlıklar yapmıştı. Mademki sen de benim huzurumda aynı saçma fikri ileri sürüyorsun, hakikat namına kuruntunu tashih edeyim:
Güzellik denilen şey, dört suretle tetkik olunur. Bir kere, güzelin ve güzelliğin vicdanlarda heyecan uyandırması nedendir, o cihete bakılır. Sonra ‘güzel’ dediğimiz şeyin niçin güzel olduğu, yani hangi şeklin, hangi vasfın bizde cazibe uyandırdığı düşünülür. Sonra, güzelliğin çeşit çeşit cilveleri, ansızın ayrı görünüp de bir gülün yaprakları, bir zincirin halkaları gibi gene bir bütün teşkil eden lemaları15 ayırt edilir. Sonra, güzelliğin nelerden doğup nelere bağlı olduğu derinleştirilir! Güzeli ve güzelliği böyle dört cepheden tetkik edebilen adamlardır ki ‘filan şey güzeldir’ demek hakkını kazanır. Her tesadüf ettikleri nesne karşısında ağızları sulananların, burunları gıdıklananların, ötesi berisi kaşınanların güzelden bahsetmeye salahiyetleri yoktur.
Sokrat, ‘kalokagasiya’ yani ‘güzel ve iyi’ demiş. Siz bu sözlerle yahut sekiz on numunesiz heykellerle o devir insanlarının ‘güzel’i anladıklarına ve ‘iyi’ye hürmet ettiklerine mi inanıyorsunuz? Eğer kendilerine zorla yamanmak istediğiniz o eski adamlar ‘iyi’ olsalardı bizzat Sokrat’ı öldürmezlerdi. Onların güzellikleri de iyiliklerde mütenasiptir.”16
Burada Nesimi Efendi’nin yüzüne bir azamet geldi, sesini birkaç perde kuvvetlendirdi: “Terzi kızı, terzi kızı!” diye haykırdı. “Güzel, ne Sokrat’ın ‘kalogasiya’sıdır ne Eflatun’un ‘Görülür, işitilir, koklanır!’ dediği maddedir! Eflatun Efendi de hocası gibi bu bahiste piyadedir. Bazen ‘Prostekala izafi güzellik’, bazen de ‘kala kasafta mutlak güzellik’ demiş, sapıtmış! Hâlbuki Türkler, bu hususta da bocalamışlardır. Güzelliği hem anlamışlar hem anlatmışlardır. Bizde güzellik, ‘yaratıcı, türedici ve mahvedici kuvvet’tir. Bizim bir Kudadgu Bilig’imiz var. Orada bak ne deniyor: ‘Yaratkan, tüzetken, yiğitken idim!’ İşte güzellik budur. Güzellik vicdanlarda heyecan, muhayyilede ilham yaratmalı; elemleri gidermeli, çirkin ve kasvetli düşünceleri, endişeleri söndürmeli, silip süpürmeli! Bu kuvveti taşıyan her şey, yalnız güzel değil, aynı zamanda ulvidir. Elbet anlarsın ki güzelliğe yakışan yüksekliktir, ulviyettir. Süfliyette güzellik olmayacağı gibi sefil güzel de olmaz. Binaenaleyh, yaşayışları sefil, düşünüşleri sefil ve tarihleri sefil olan kütlelerin kızına güzel, karısına güzel diyemeyiz. Anladın mı Matmazel Diplaraku?”
Aleksandra, bu coşkun talakat17 önünde âdeta küçülmüştü. Nesimi Efendi’nin başını kitaptan kaldırmaz bir adam olduğunu bilmekle beraber onun Sokratları, Eflatunları beğenmeyecek kadar kendine güvenen bir dilbaz olduğunu bilmiyordu. Kendisi bir “Kalokagasiya”dan bahsetmişken o, “Prostakala”lardan, “Kalakasafta”lardan dem vurmuştu. Bu sebeple ne diyeceğini şaşırmış ve ihtiyarla münakaşaya girdiğine pişman olmuştu.
Hacı Hafız Nesimi Efendi, terzi kızının hayran ve perişan sustuğunu görünce iltifat etti.
“Ben size acı bir hakikatten bahsettim. Hâlbuki siz; kendinizi hakikatle beslemezsiniz, sizin gıdanız hayaldir, masaldır. O hâlde üzülmeye mahal yok. Güzellik hakkındaki sözlerimden de yeise düşmenizi istemem. O derecede ki bir gün bizim memlekette de güzellik müsabakaları tertip olunursa ‘Rum güzeli’ sıfatıyla hemen iştirak etmenizi tavsiye ederim. Çünkü Lort Byron gibi ters düşünceli ve ters meşrepli insanlar henüz vardır ve onlar reylerini mutlaka sizin gibilere verirler. Şu takdirde somurtmak manasız. Güle güle git de dikişlere bak!”
Matmazel Aleksandra alı al moru mor, yerinden kalktı. Şu cüretkâr adama hiç olmazsa ağır bir kelime söylemek istiyordu. Bedenine tasarruf olunduğu hâlde eline ücreti verilmeyen bir fahişe gibi müteessirdi. Bu teessürünü karşısındaki erkeğin çehresine kusmak için müthiş bir ihtiyaç duyuyordu. İşte bu ihtiyacın şevkiyle kekeledi:
“Hepsi iyi, hepsi iyi, fakat karşınızda bir kadın bulunduğunu unuttunuz ve çok ağır şeyler söylediniz.”
Nesimi Efendi, yüzünü ekşitti:
“Hakikatin dişisi erkeği yoktur ve tarih, bildiğini söylerken erkeği ısırmak, kadını öpmek zaruretini duymaz. Bak, Fransa’nın kadınları mabut ittihaz etmeye yeltendiği yılların arifesinde gene bir Fransız filozofu o meşhur Voltaire ne diyor: ‘Kadınlara saygı göstermeli; çünkü layıktırlar. Fakat onları yükseltmemeli; çünkü liyakatleri yoktur!’ Saygı meselesi de mutlak değildir. Kadınların kabiliyetine, eğilimlerine göre değişir. Mesela ben seni fırsat elverirse hoşuna gidecek şekilde ağırlarım. Lakin benden soyunu sopunu büyütmemi beklemen doğru olamaz ve ben o haltı yapamam!”
Terzi kızı, bu son izah ve ihtar üzerine sersem sersem odadan ayrıldı, hanımların yanına girdi. Nesimi Efendi kimini üç, kimini dört köşeli bulduğu, bir kısmını daireye veya başka bir geometrik şekle benzettiği kafaların o vehmi hususiyetlerine göre hacmi istiabîlerini18 tayine başladı. Her kafa için elinde bulunan ölçü tek bir rakamdan ibaret iken o bu rakamlardan kıyas suretiyle çaplar, yükseklikler buluyor ve muhayyel rakamlarla bir üçgen veya karenin hacmini hesap eder gibi ev halkının kafalarına birer enginlik tespit ediyordu. Bu karışık hesaplar bittikten sonra, her kafanın kaç hardal tanesi alabileceğini tayin edecekti. Koca ihtiyar, bu derin meşgale arasında biraz evvel kendisine bir mektup getirildiğini hatırlamıyordu bile.
Hanımların odasında her çene bir çeşit düşünce öğütüyordu. Dürdane Hanım, şu ölçü işinin yeni bir başlık yaptırılmak maksadından doğduğunu, efendinin kendilerine mutlak bir külah giydireceğini iddia ediyordu:
“Bu yaştan sonra…” diyordu. “Konu komşuya maskara olacağız. Allah yokluğunu göstermesin, bel kemiğimizdir, evimizin temel taşıdır filan ama densizliklerine dayanmak da müşkül; aklına ne eserse yapıyor. Şimdi de başımızla uğraşmaya başladı.”
Nimetullah Efendi, yapma sakal takmış bir çocuk saflığıyla annesine cevap veriyordu:
“Babamın fikri, olsa olsa sizin başlarınızı dibinden tıraş ettirmek, bana da kulaç kulaç sakal bıraktırmak olacak. Zaten sokağa çıktığım yok ya… Fakat dört örgü saç sahibi olursam ele güne görünmeye hiç yüzüm kalmayacak.”
Karanfil Kalfa’nın endişesi daha büyüktü. Efendinin kafalar arasında bir değişiklik yapmaya kalkışacağından, bir çaresi bulunup kendi siyah tenine beyaz renkli bir baş geçirilmesinden