Her iki kız dalgındı. Kendi düşüncelerine kapılmış bulunuyordu. Bu sebeple tavan arasından hayli toz ve hayli örümcek ağı getirdiklerini görmüyorlardı. Fakat bu kir yükleri, odadakilerin hemen gözüne çarptı. Entarisinde pençe pençe toz, başındaki oyalı yemenide salkım salkım ağ sırıtan Nadire’nin yüzü de kurumuş gözyaşlarından arta kalmış kirli izlerle çizik çizik olduğu için bilhassa hayretler uyandırdı. Karanfil, şaşkın şaşkın; terzi kız alaylı alaylı; Nimetullah Efendi bön bön bakışlarla bu kirli girişi karşılarken Dürdane Hanım cıyak cıyak bağırdı:
“Kız, bu ne hâl? Ucu bana dokunmasa kırlara kaçıp tozlara yuvarlanmışsın diyeceğim geliyor. Aynaya bak da utan.”
Nadire’nin kulaklarında lahuti teraneler uçuyordu. Süruri Bey’in mektubundan kafasında yerleşen birkaç cümle, baygınlık verici ılık bir fısıldayışla kulağına dökülüyor ve çirkin kız, bu kutsi zemzemenin uyandırdığı heyecanlar içinde hiçbir şey görmüyordu. Annesinin kaba sözleri bir nağme tufanı arasına karışan hasta bir öksürük gibi süreksiz bir gıcık uyandırmaktan başka bir tesir yapmamıştı. Yularsız sıpalara benzetilerek sözle aşağılanmak değil, ağzına gem, beline çul takılsa gene o mesut heyecandan kurtulamayacaktı. Binaenaleyh üstünde toplanan manalı bakışlara da annesinin sözlerine de aldırmadı, doğruca Aleksandra’nın yanına gitti:
“İşte geldi!” dedi. “Ne yapacaksan çabuk yap!”
Terzi kız, tuhaf bir değişiklik içinde, şal hırkasını prova ettirmek isteyen çirkin mahluku derin, çok derin bir nazarla süzdü. En basit dikiş işlerinde kılı kırk yararcasına titizlik gösteren huysuz kızın birdenbire gösterdiği değişiklik gözünden kaçmadı; daha bir saat evvel şu hırka için çeşit çeşit mülahazalar yürüten, yapılan şey gündelik bir hırka değil de sanki gelinlik entari imiş gibi türlü türlü fikirler geveleyen Nadire Hanım, şimdi tamamen değişmişti. Ne kumaşa bakıyor, ne biçimle alakadar oluyor, ne bir şey soruyordu. Bilakis sıkıntılı bir telaş gösteriyordu. Duruşundan, bakışından, bir an evvel oradan kurtulmak, kalabalıktan uzaklaşmak istediği apaçık seziliyordu.
Seviş ve seviliş işlerinde fıtri ve kisbi19 büyük bir bilgi taşıyan Matmazel Aleksandra, çirkin kızda beliren şu değişikliğin bir gönül heyecanından doğduğunu keşfetmekte güçlük çekmedi ve hemen hükmünü verdi:
“Yosmam gönlünü kaptırmış!”
Şimdi bu hükmün gerektirdiği teferruatı düşünüyordu. Yarım yamalak dikilmiş olan şal hırkayı Nadire’nin biçimsiz vücuduna geçirip çıkarırken zihninde hep o teferruat dolaşıyordu:
“Evet!” diyordu. “Sevilmeyeceğini düşünmeden, murdarlığını göz önüne getirmeden sevmiş. Fakat kimi sevmiş? Çöpçüyü mü simitçiyi mi, bakkal çırağını mı?”
Ve sonra hain bir düşünce ile titredi.
“Âlâ, çok âlâ! İhtiyardan hıncımı çıkarmak için güzel bir fırsat. Sersem kızı söyletir, bunak babasına iyi bir oyun oynarım.”
Nadire Hanım, provanın uzamasından sinirlenmişti. Gizli bir köşeye çekilip “Süruri’sinin” mektubunu bir daha okumak, o yanık mektubu Nevcivan’a ve kabil olursa Karanfil Kalfa’ya dinletmek için dayanılmaz bir ihtiyaç besliyordu. Aleksandra’nın basit bir işi uzattıkça uzattığını görünce dayanamadı:
“Ne yapıyorsun kız!” dedi. “Dikişi üstümde dikecek, hırkayı tenime yapıştıracak değilsin ya. Bu kadar prova yeter.”
Aleksandra, ikiyüzlü bir tebessümle cevap verdi:
“Güzelin giyeceği şey de güzel olmalı. Hırkanız size yakışmazsa emeklerim neye yarar?”
Başka bir zaman, bu sözler, belki Nadire’yi kızdırırdı. Çirkinliğinin yüzüne vurulması gibi kendisine güzel denilmesi de gücüne giderdi. Fakat şimdi, Aleksandra’nın sözlerinden büyük bir haz alıyordu. Terzi kızın bilmeye bilmeye Süruri Bey’in kanaatine iştirak etmesi, o dakikadaki buhranlı duygularına pek uygun düşüyordu. Bir erkek tarafından kendi güzelliği hakkında verilen hükmün, bir kadın ağzıyla da teyit olunmasında garip bir tatlılık buluyordu. Bu sebeple soğuk mavi gözlerinde sıcak bir neşe parladı:
“İnanayım mı Aleksandra?” dedi. “Beni sen de güzel buluyor musun?”
Çirkin kızın nasıl ruhi bir ihtiyaç ile böyle bir sorguda bulunduğu Aleksandra’nın gözünden kaçmadı. Vesvese, sevginin gölgesidir. Seven behemehâl20 vesveseli olur ve bu vesvese, sevilip sevilmemek keyfiyetinden ziyade sevilmeye layık bulunup bulunulmadığı noktasında tesirini gösterir. O sebeple sevenlerin gözleri aynadan ayrılmaz. Yine onlar sık sık dost ağzından teselli dilenirler. Tereddütsüz söyleyebiliriz ki sokaklarda gözlerini vitrinlere yapıştıranların yüzde sekseni eşyaya bakmazlar, kendilerini seyrederler ve bunların da yüzde sekseni sevdalıdır, âşıktır!
Aleksandra, bu hakikatleri daha beşikte iken öğrenmeye başlayan ezelî aşüftelerdendi. Çirkin kızın, içten kopan bir bağırış gibi dudaklarından dökülen suali üzerine hiç tereddüt etmedi:
“Siz..” dedi. “Örtülü bir güzelsiniz, her göze görünmezsiniz.”
Bu riyalı hüküm, Nadire Hanım’ın yalnız ağzını değil, yüreğini de salyalandırdı, haz ve gurur içinde kıvrana kıvrana hayalen Süruri Bey’e, lisanen terzi kıza teşekkür etti:
“Değerim yok ama iltifat ediyorsunuz.”
Karanfil Kalfa, için için, “Kâfirin piçi, beş kuruş fazla almak için yüze gülüyor. Bahçe korkuluğuna adam süsü veriyor, üstüne bir de güzellik konduruyor…” diye söylenirken Dürdane Hanım, kalık kızının gülünç endamını alık alık süzerek bahsolunan gizli güzelliklerden bir şeme arıyordu. Nimetullah Efendi, sağ elinin iri parmaklarını ustura değmemiş çehresindeki kıl külçe arasında gezdire gezdire tatlı bir mukayese yürütüyordu. Terzi ile besleme Nevcivan’ın bütün güzellikleri meydanda idi. Bu görünen ve pırıl pırıl parlayan güzellikleri bırakıp da ablasının gizli güzelliklerini aramaya heveskâr değildi. Mamafih, ablasının masum neşesini kaçırmaktan çekiniyordu. Babası gibi okumuş bir adam olmamakla beraber yine onun gibi sert ve hoyrat da değildi, mizaca hoş gelen yalanların yürek yaralayan doğru sözlere tercih edileceğini biliyordu.
Nadire Hanım, güzelliğine dair söylenen sözlerin umumi bir sükût ile karşılanması üzerine tahammül edemedi, “Karanfil…” dedi. “Terzinin şu yalanına sen ne dersin, benim nerem güzel?”
Müşkül bir imtihana girmiş gibi birdenbire şaşıran Arap aşçı, yakayı sıyırmak için atasözlerinin yardımına sığındı: “Gönül kimi severse güzel odur!”
Bu, yapılan sualin cevabı değildi. Fakat Süruri Bey’in aşkını sahih gösteren bir hükmü ihtiva ediyordu. Bu sebeple, alık kızı memnun etmeye kâfi gelmişti. Öyle ya güzelliğin en büyük semeresi “sevilmek”tir. Sevgi ise gönülde doğar. Mademki Süruri Bey onu seviyor, demek ki onun gönlü, kendisini güzel bulmuştur!
Zavallı Nadire, bu çocukça kıyası çarçabuk zihninde yürüttükten sonra anasına döndü:
“Anneciğim! Bari doğrusunu sen söyle.