“Aman azizim! Sen hâlâ klasik muhabbetler, köhne usuller sayıklıyorsun. Paranın her şey olduğuna inanılan bir zamanda vaktin kıymeti bilhassa nakitleşmiştir. Küçük hanımlar, bu büyük hakikati erkeklerden daha iyi anlamışlardır.”
“Diyelim ki davetini kabul etti. Parka gelince seni nasıl tanıyacak?”
“Gayet kolay. Gelecek salı günü saat üçte musiki barakasının karşısındaki kanepede kendisini bekleyeceğimi, elimdeki ‘Hüsnü Niyet’ gazetesinden beni tanıyabileceğini yazdım. Bu, fazla bir tekellüftür. Onu aramak zevkine meylettirmek için ihtiyar ediyorum. Yoksa kendisini tanıdığım için yalnız oturacağım yeri söylemek de kâfi! Ben, sevgilimi görür görmez eteklerine kapanmayı bilirim.”
Muhaverenin büyük bir kısmı, Süruri Bey’in kulağından kaçmamıştı. Ortadaki mektubun -sersem bir sanıya kapılıp da şüphelendiği gibi- Nadire Hanım’dan gelmediğini anlayarak sevinmiş, “… Postanesi Postrestan Nermin” adresine gönderilecek herhangi mektubun güzel, genç ve minyon bir hanım tarafından alınacağını öğrenmiş, bu genç adamın yaptığı gibi sahte bir isim ve sahte bir sıfat takınarak kendi maşukasına bir adres göndermediğine de yeni baştan pişman olmuştu.
Çayhaneden çıktığı vakit, zihninde küme küme düşünceler bulutlanıyordu. Şu tesadüften ne şekilde ve kaç türlü istifade edebileceğini dalgın dalgın tasarlamaya uğraşıyordu. Nadire Hanım’a bir daha ve bir daha mektup yazmayı kararlaştırmakla beraber minyon kızı da düşünüyordu. Kızlardan aldığı mektupları tıpkı gazete okur gibi çayhanelerde yüksek sesle okumaktan, sevmek ve sevilmek hakkındaki fikirlerini konferans verir gibi bağıra bağıra anlatmaktan çekinmeyen o gence bir ders vermek için “Minyon Nermin Hanım”a bir nasihatname yazmayı elzem buluyordu.
Süruri Bey, bilhassa bu nasihatname meselesine ehemmiyet veriyordu. Evceğizinde işiyle dikişiyle uğraşan masum bir kızı baştan çıkarmak, kırlarda, bayırlarda gezdirip dolaştırdıktan sonra yüzüstü bırakmak isteyen delikanlıya fena hâlde kızmıştı. Kendisi de gerçi Nadire Hanım’a hatta yüzünü görmediği hâlde mektup yazmıştı ve yine yazacaktı. Fakat bu harekette ahlaksızlık addolunacak bir nokta yoktu. Bütün emeli, hayalinde canlandırdığı o nefis kızı sevmekten ve onun tarafından sevilmekten ibaretti!
Hâlbuki o adam, o meçhul delikanlı, efsaneler devrinin bazen öküz, bazen yılan, bazen keçi şekline girerek bütün küre üzerindeki kızları ana yapan namussuz Jüpiterlerine benziyordu, isim ve sıfat değiştire değiştire İstanbul’un dört köşesinde kız ve kadın ağlatıyordu. Bu, göz yumulur cüretlerden değildi! Süruri Bey, “Minyon Nermin Hanım”ın felakete uğramasını istemiyordu. Duyduğu sözler, damarlarında galeyan uyandırmıştı. Aldatmaya hazırlanan erkeği teşebbüsünde hüsrana uğratmak, aldanmaya namzet kızcağızı düşmekten, incinmekten, berelenmekten korumak istiyordu. Erkeklik haysiyeti, kendisine böyle bir vazife yüklüyordu!
Şimdi onun yüreğinde iki büyük duygu çalkalanıyordu: Nadire Hanım için derin bir arzu, Nermin için nihayetsiz bir merhamet! Zihninde ise bu duyguların uyandırdığı çiçekli fikirler ve o fikirlere yakışık alan parlak cümleler dalgalanıyordu. Bu vaziyette sinirleri gevşediği için evine kadar gidemedi, Beyazıt’taki kahvehanelerden birine girdi, kuytu bir köşeye çekilerek kâğıt ve zarf getirtti, bir şeyler çiziktirmek istedi.
O, Minyon Nermin Hanım’ın nasihatnamesini öbür mektuptan evvel yazmak azminde idi. Çünkü masum kızcağızı baştan çıkarmak isteyen hain erkeğin zalim teşebbüsüne karşı önce davranmayı lazım görüyordu. Fakat kendisine arz olunan muhabbeti esas itibariyle kabul etmiş, evlenme teklifinde bulunmak suretiyle bu ciheti apaçık bildirmekten de çekinmemiş olan o zavallı kızı tehlikeden haberdar etmek için iyi bir yol bulamıyordu. Maksat, sade bir ilanıaşk olsa hafızasında sıralanan beylik sözlerden istifade edebilirdi. Lakin ona, o facialara namzet yavruya muhabbetname değil, nasihatname yazacaktı. Bu sebeple iyi, çok iyi cümleler bulmak istiyordu.
Süruri Bey bıyıklarını kıvırdı, başını kaşıdı, çenesini okşadı, karihasını28 harekete getiremedi. Gözlerini yeis içinde tavana dikerek yıllanmış sinek kirlerinden, nargile ve sigara kokan duman kümelerinden ilham aradı ve birdenbire mırıldandı:
“Buldum!”
Bulduğu şey, Beyazıt’taki umumi kütüphaneye gitmek, birkaç kitap karıştırıp emeline uygun numuneler toplamaktı. Hemen, ağzına koymaya lüzum görmediği kahvenin parasını vererek çıktı, hızlı hızlı yürüyerek kütüphaneye girdi.
Bütün masalar işgal olunmuştu. Orta mektep talebesinden oldukları önlerine koydukları kasketlerdeki sırmalardan anlaşılan on beş, on altı yaşlarındaki çocuklar tatil günü olmadığı hâlde koca kütüphaneye sıralanmışlar, tatlı tatlı roman okumaya koyulmuşlardı. Güneşli gök altında dolaşmak zevkini seve seve feda ederek kütüphanenin serin ve nemli salonlarında kendilerini -yine kendi istekleriyle- hapseden bu bilgi toplayıcıların hemen hepsi toy mekteplilerdi. Yalnız bir iki efendi, üç beş ciltlik eski kolleksiyonlara kapanarak not topluyorlardı.
Zamanımız matbuatının sermayesini işte bunlar, bu eski mecmualar ve kitaplar temin ediyor. Geçim buhranının midelerde yaptığı boşluk, kafalara da sirayet etmiş olmalıdır ki gazete sütunlarının çoğu kütüphanelerden getirilen malzeme ile doluyor! Bu zahmetsiz yazıcılık, okuyucuların yaşlı kısmına bir nevi temcit pilavı yemek zevkini veriyor. O pilav, beş on kere ısıtılıp da sofraya konurmuş. Yaşlıca okuyucular da birçok hikâyeyi, muhtelif başlık ve muhtelif imza altında sekizer onar defa okumak zevkine eriyor!
Bu noktadan düşünülünce bizim kütüphanelerimizi satıcısı ölü, alıcısı diri bir fikir borsasına benzetebiliriz. Üzerlerinde hakiki sahiplerinin adı yazılı olmasına rağmen bütün tahviller, bu borsadan bedelsiz toplanmakta ve başka pazarlarda pervasız satılmaktadır; işte yazı âlemindeki ölüm kokusunun sırrı!
Süruri Bey, ne roman okuyan mekteplilerle ne de eski yazılara yeni bir imza koymak gayretiyle çalakalem kopyacılık eden efendilerin hummalı gayretiyle alakalandı. Doğru fihristlerin bulunduğu yere gitti, isimleri delaletiyle işine yarayacağını umduğu birkaç kitap seçerek numaralarını memur efendiye verdi ve boş bir sandalyeye gömülüp okumaya başladı.
Delikanlının bahtı yaver imiş ki ilk okuduğu kitap zihninde bir açıklık vücuda getirdi. Deminki kariha darlığı, ilham yoksulluğu, bu okuduğu kitap sayesinde kayboluvermişti ve Minyon Nermin Hanım’a sunulacak öğütler için önünde iyi bir zemin gülümsüyordu: Ruh!
Evet! Ruh kelimesinden ve ruha ilişkin dedikodulardan ilham alarak mektubunu yazacaktı. Okuduğu birkaç sayfa yazı, kendisine bu parlak mevzuyu hatırlatmıştı. O, ruhun eski felsefede ve bugünün materyalistlerinde fizyoloji âlimleri nazarında nasıl telakki olunduğunu izah edecek değildi. Ruh, cismani ve müstakil bir cevher midir? “Ahlat-ı erbaa”nın29 kemiyet ve keyfiyet itibariyle itidali midir? Bir heykel midir? Yoksa dimağın bir vazifesi midir? Bunlar ve bunlara benzer laflar, Süruri Bey’in ne kulağında yer ne önünde iz bırakıyordu. Bu mühim bahiste onun yakaladığı uç, ruhun adından ibaretti!
Koca âşık bu biricik kelimeden geniş bir çığır kurmuş ve şu mektubu bir hamlede karalayıvermişti:
Nermin!
Sana herhangi bir fabrikada yapılmış basit bir kâğıdın üstüne herhangi bir dükkândan alınmış bir mürekkeple yazılmış satırlar göndermiyorum. Elinde tuttuğun kâğıt, seninle ezelden alakadar olan bir ruhun yeni kostümüdür!
Ruhî bazen beyaz bir gölge olur, karanlıklarda dolaşır. Bazen rüzgâr olur, fezalarda inler. Bazen