İkinci mevki yolcularının yukarıya birer ikişer çıkmış olduklarını haber vermiştik. Şimdi şunu da haber verelim ki kamaradan en evvel çıkan De Trouville ile Zekâ Bey ve Remzi Efendi olup en sonra ise Nasuh Efendi çıkmış ve yalnız James ile Autrans resim çekmek için kamarada kalmıştılar.
Marmara Denizi’nin hani ya bazı zamanları olur ki vapurlarda asıl menzillerine bir an evvel varmaya can atan yolcular bile gidip gidip de bu denizi bitirmemek isterler. Bu zaman ise mehtap olsun olmasın havanın berrak olduğu zamanlardır.
Hava berrak olur ise mehtap olmasa bile gökteki yıldızların cümlesi denize aksederek ve suların hafifçe çarpıntıları ile her yıldızdan binlerce daha parıltı (ecram-ı muzîa) doğarak insan güya bir ışıklı deniz içinde seyahat ediyorum zanneyler. Hele mehtap olur ise artık sular tamamıyla parıldar ya…
Lakin bu hâlde dahi denizi bir fosfor deryası farz etmeye mahal yoktur. Bu sözden maksadımız, ay ışığının bir serv-i nurani-asa denize akseden istikamet üzerinde su damlalarından doğuyor zannolunan nice milyonlarca nurani kabarcığın derhâl büyüyerek ve hemen yekdiğerini kovalamaya başlayarak tam birbirini yakaladıkları anda ikisinin de mahvolmasını müteakip diğer taraftan milyonlarca başka kabarcığın doğuşunu haber vermektir.
Ama bizim yolcuların seyahatleri bu kadar bir letafete tesadüf etmemişti. Bir kere mevsim sonbahar olup havalar gereği gibi serinlemiş bulunduğundan ayın da sonu olup buna ilaveten havada bulutlar dahi ufukları kapamış olduğundan âdeta yolcular denizi görmekten de mahrum idiler denilse mübalağa değildir. Yalnız epeyce kuvvetle esen yıldız rüzgârının çalkadığı suların çağıltısı işitilebilirdi ki bu kadar bir zevke mukabil havanın serinliğine ve karanlığına tahammül etmeyi göze aldırmak dahi akıllıların kârı değildi.
En sonra çıktığını haber verdiğimiz Nasuh Efendi kıç üzerine vardığında etrafı bir kere gözden geçirip Lehli Gardiyanski’yi Mademoiselle yahut Madame Cartrisse ile tiyatrocu Gabrielle’in yanında oturmuş görmekle o tarafa teveccüh gösterdi. Vakıa Madame de Trouville ile Zekâ Bey dahi orada idiyseler de Nasuh Efendi’nin onlardan kaçmaya hiçbir mecburiyeti yoktu. Özellikle bunlar başkaca konuşup Gardiyanski takımı dahi başkaca konuştuklarından Nasuh Efendi doğruca onların yanına varıp “Sohbetinize iştirak edebilir miyim?” diye müsaade istedikten ve uygun cevabını aldıktan sonra yanlarına oturdu.
Bunlar şiir, nesir, hikâye ve tiyatrolardan bahsederlerdi. Hem de sohbetlerinin cereyan şekline bakılırsa Cartrisse’in hikâye ve tiyatroya pek ziyade merakı olduğu ve Gabrielle’in ise pek çok edebî eser okumuş ve ezberlemiş bir aktris olduğu anlaşılır ve Lehli Gardiyanski dahi Fransız şiir ve nesrinde bunlardan geri kalmazdı. Nasuh Efendi de bu bahiste geri kalmamaya muvaffak oldu. Hatta Fransa’nın meşhur şairlerinden Racine’nin eserlerinden bahsettiği zaman Cartrisse “Adam sen de! Racine, vakıa güzel şiir yazmış ise de İran şairlerinin taklitçisi olan bir heriftir!” demesi üzerine Nasuh Efendi Alfred de Musset gibi birkaç yanık şairin eserlerinden bazı parçalar okuyarak Fransa edebiyatınca vukuf ve malumatı zararsız olduğunu Cartrisse’e anlattıktan sonra onun, Racine’i İran şairlerinin taklitçisi etmesinden hareketle şöyle bir söz daha açtı:
Nasuh: “İran şairlerini iyi tanımış olmalısınız ki madame onlar ile Racine’in arasında bir mukayeseye muktedir olabilesiniz.”
Cartrisse: “Evet! Biraz tanırım.”
Nasuh: “Öyle ise Farsça dahi biliyor olmalısınız.”
Cartrisse: “Pek az.”
Gardiyanski: “Pek az Farsça ile bu mukayese mümkün müdür?”
Cartrisse: “Evet mümkündür. Pek az Farsça öğrenirsiniz. Şark edebiyat tarihini de okursunuz. Zaten o tarih size Şark edebiyatına dair pek büyük malumat verir. Birtakım kitaplar tavsiye eder. Onları ve bazı İran ediplerinin eserlerinden mevcut olan tercümeleri de toplarsınız, iş biter, gider.”
Nasuh: “Türk ve Arap edebiyatını merak etmediniz mi madame?”
Cartrisse: “Hayır! Biraz da onlar ile meşgul oldum ise de Farsça kadar kolay gelmedi. Zira tercümeler hem az hem yanlış ve bir de lisanları haddizatında pek güç. Siz merak ettiniz mi mösyö?”
Nasuh: “Türk olduğum haysiyetiyle elbet merak edeceğim.”
Cartrisse: “Vay! Siz Türk müsünüz?”
Nasuh: “Türk olmadığım neden maznun?”1
Cartrisse: “Vallahi siz Fransız edebiyatından bahsederken ben sizin Türk olduğunuza asla ihtimal veremedim.”
Nasuh: “Acayip!”
Gardiyanski: “Oo! Şimdi Türklerde pek güzel Fransızca bilenler vardır.”
Gabrielle: “Bunu ben de tasdik ederim. Zira tanıdığım birkaç genç Türk’ü Fransızlar kadar ve belki de bazı Fransızlardan daha iyi Fransızca bilir buldum.”
Şu suretle açılmış olan bahis biraz daha uzadı ve ta aşağıda zikredeceğimiz bir madde bahsi karıştırıncaya kadar devam etti. Nasuh Farsçadan, Arapçadan, Türkçeden birçok güzideyi tam bir maharetle Fransızcaya tercüme ederek, tercümesini Cartrisse’e beğendirdikten sonra Voltaire ve Corneille’i, Jean Jacques, Moliere ve Victor Hugo gibi Fransız şairlerinin eserlerinden, Şark eserlerine mukabil, benzer ve denk olanlarını da ortaya koyarak Şark ve Garp edebiyatının her ikisine vukufu olduğunu fiilen ve maddeten ispat etti.
Sofrada kaptan gibi kaba ve Alman Herr Kaliksberg gibi cin fikirli adamların deniz ve kara savaşlarına, diplomatik hususlara dair açtıkları bahisten hoşlanmayarak dünyada hiçbir şeye merakı olmadığını beyan eden Cartrisse, her şeyden ziyade merakı olan edebiyata dair Nasuh ile etmekte olduğu şu bahisten pek ziyade memnun olmakta iken öte tarafta bir olay zuhur etti ki bu bahsi karmakarışık etti.
Ancak bahsi geçen olay, birdenbire zuhur etmişti. Daha sofra başında iken Madame de Trouville denilen şişman kadının genç Usse’ye sözler atmasıyla validesi bulunan Angeline’in hiddetlenmeye başlamasından sonra ortaya çıkmış bir olaydır. Biraz izahat verir isek meseleyi güzelce anlayabilirsiniz:
Zekâ Bey ile De Trouville sofra başını bir dereceye kadar teeddübe2 riayet lazım gelen yerlerden addetmeleriyle kıç üzerine çıktıkları zaman kendilerini daha geniş bir serbestlik dairesi içinde zannettiklerinden De Trouville, sair kadınların ve Zekâ Bey dahi sair namuslu erkeklerin kabul ve tasvip edemeyecekleri kadar aşüftelere yaraşır davranışlar göstermeye başlamışlardı. Mesela kol kola gezinirlerken De Trouville aşüftesinden “Of aman Zekâ Bey! İnsanı o kadar da çimdiklerler mi ya?..” gibi şikâyetler ve Zekâ Bey’den dahi “Sen de beni niçin o kadar gıcıklıyorsun? Az kaldı denize düşecektim!” tarzında cevaplar işitilirdi.
Gayrimeşru olan bu hareketler, ortalığın ayıplama nazarlarına düçar olup da kadınlar, erkekler birbirinin yüzüne bakıştıkları zaman Lehli Gardiyanski, Nasuh Efendi’ye “Lakin efendi! Bu Zekâ Bey midir? Kimdir? Hasılı sizin şu hemşehri bir topluluk içinde riayeti lazım gelen adaba riayet etmiyor! O mu buradan kendisini çeker, yoksa biz mi çekilelim?” demiş ve fakat Nasuh Efendi bu bey ile o kadar münasebeti olmadığını beyan ettiği gibi Cartrisse dahi “Adam, halk bizim nemize lazım? Biz kendi bahsimize bakalım.” diye işi geçiştirmişti. Hâlbuki Madame de Trouville gittikçe şuhluğu artırdıktan başka kendiyle akran olmasından dolayı validelerin