Angeline: “İhtimal ki benim olabilir.”
Remzi: “Fakat sizin kadar güzel değil! Hoş sizin kadar güzel bir insan daha yaratılamaz ya?”
Angeline: (Remzi’den yüzünü çevirip kocakarıya) “Anacığım! Niçin öyle iştihasız yiyorsunuz? Hasta…”
Kocakarı: “A! Kızım ne diyorsun? O kadar iştah ile yiyorum ki hatta hizmetçi garsondan utanmamış olsam her tabaktan üçer kere yemek alacağım. Yalnız iki defasıyla yetiniyorum.”
Angeline: (kendi kendisine) “Şu maymun yüzlü Türk’ten validemin az veya çok yediğine dikkat etmeye fırsat mı var?”
Remzi: (Angeline’e) “Evet madame! Maşallah valideniz pek iştah ile yiyor. Deniz seyahati insanın iştahını açar. Yalnız siz pek nazlı yiyorsunuz. Vakıa nazlı yemek kadınlara pek yakışır ama…”
Angeline: (bu sözden de bizar olarak De Trouville’in şaka yollu yeşillenmekte olduğu genç Usse’ye yüzünü dönerek) “Usse! Usse! Validen makamında bir kadın ile bu kadar laubalice konuşmaktan utanmıyor musun?”
De Trouville: (Angeline’e) “Yani bu sözle beni uyarmak ve bana ‘Evladın makamında bulunan bir çocuk ile şakalaşmaktan utanmıyor musun?’ demek istiyorsunuz. Ama madame hatanız vardır. Validenizin iştahlı mı yoksa iştahsız mı yemek yediğine ne kadar dikkat ediyor iseniz oğlunuz Monsieur Usse ile yaptığım sohbete dahi o kadar dikkat ediyorsunuz da onun için yanılıyorsunuz.”
Angeline: (De Trouville’den de bizar olarak yine validesine dönüp hitap ederek) “Valideciğim! Şu kebaptan daha alsanız ya? Pek güzel olmuş.”
Kocakarı: “Zaten yüzümü kızartarak bundan üç kere aldım. Bir daha alır isem dört olur.”
Angeline: (kendi kendisine) “Halkın tacizinden bir şeye dikkat etmeye vakit bulamıyorum ki!..”
İşte şu örnek dahi size Angeline’in nasıl can sıkıntısı içinde konuştuğunu anlatır. Bir de Zekâ Bey ile Madame de Trouville tarafına kulak misafiri olalım:
Zekâ: “Ey, bana elbisenin pek yakıştığını gerçekten kabul ediyorsunuz ha!”
De Trouville: (Güya vereceği cevabı şuh bir tavır ile Zekâ Bey’in kulağına söylemek için o telli bebeği kucaklayacak ve hatta öpecek mertebede yanına ve kulağına sokulup) “Sorar mısın hınzır? Sorar mısın? Karı olmamışsın ki senin kadar güzel, senin kadar yakışıklı olan bir delikanlıya elbisenin ne kadar yakışık alacağını bilesin.”
Zekâ: “Sen de erkek olmamışsın ki senin kadar erkek kadri bilen karıya erkeklerin ne kadar meyil ve muhabbet göstereceğini kavrayabilesin.”
De Trouville: (Zekâ Bey’in cevabı üzerine aşüftece bir kahkaha koparıp sonra genç Usse’ye) “Monsieur Usse ne kadar güzel bir delikanlı olacak! Bunu henüz terlemeye başlamış olan bıyıklarınızdan anlıyorum Monsieur Usse! O bıyıklar kaşlarınız kadar büyür ise artık karılar kızlar sizin için bayılacaklardır.”
Angeline’i küplere bindirecek bir söz dahi bu olacağı düşünmeye değerdir. Bir de Autrans’ın, Mister James’i nasıl meşgul ettiğine bakalım mı?
Autrans: “Ey Mister James! İstanbul’dan birçok Türk eşyası aldınız ha?”
James: “Şalvar, potur, sarık, kırmızı çizme, sarı çizme, yemeni, pabuç, zeybek elbisesi, Arnavut elbisesi ve Bulgar elbisesi, neler, neler!.. Dört sandık dibine kadar dolu!”
Autrans: (alaylı bir tavırla) “Dibine kadar mı? Ağzına kadar mı?”
James: “Şey… Affedersiniz! Yanıldım. Fransızcam o kadar kuvvetli değil de… Dibine kadar diyecek iken ağzına kadar dedim.”
Autrans: “Ne yazık ki yine yanıldınız Mister James!”
James: “Pardon pardon! Yine yanıldım. Ağzına kadar diyecek iken dibine kadar dedim. Ne ise İngilizceyi iyi bilmediğimdendir… Şey İngilizceyi demişim. Fransızcayı iyi bilmediğimdendir.”
Autrans: “Ey! Seyahat esnasında bu Türk elbiselerinin resmini çıkaracağınız hakkında demincek verdiğiniz vaadi yerine getireceksiniz ya?”
James: “Elbet! İngiliz’im. Bu bir İngiliz vaadidir… Of! Vaadim İngiliz vaadidir diyecektim. Lakin siz de elbiseleri giyip poz (resim çıkartmak için ressamın karşısında istediği bir şekilde durmak) vereceksiniz ya?”
Autrans: “May hav! Siz de bana bu resimlerin birer kopyasını vereceksiniz. Pazarlığımız öyle değil miydi? (Yorgidis’e) Siz de şahitsiniz ya Yorgidis?”
Yorgidis: (başından def için kulak bile vermeyerek) “Evet! Kebap mı? Pek güzel olmuş.”
Autrans: “Yok a canım… Mister James’in verdiği vaade…”
Yorgidis: “Evet evet! Pek güzel olmuş, pek güzel olmuş!” diye Gabrielle’e döner.
James: “Canım ben vaadimi inkâr etmiyorum ki! Lakin her kıyafeti size giydirip de resminizi alır isem hep resimler bir adamın resmi gibi olur.”
Autrans: “Onun pek de zararı yoktur. Asıl ben size kendimi birkaç türlü arz edebilirim.”
James: “Nasıl?”
Autrans: “İşte ben sakallı, bıyıklı bir adamım. Evvela sakallı olarak alacağınız resimler için böyle arz ederim. Sonra sakalımı tıraş eder bıyıklı kalırım. Nihayet onu da tıraş ederek genç olurum. Siz de resmederken beni gâh biraz daha zayıf gâh şişman gâh uzun gâh kısaca resmederseniz amaç hasıl olur.”
James: “O! Yes! Şu akıllar çok Fransız’dır… Şey Fransızlar çok akıllıdır diyecektim. Canım Fransızca, İngilizcenin tamamıyla zıddı olduğundan…”
Autrans: “İngilizler, Fransızların tamamıyla zıddı oldukları gibi.”
Gabrielle ve Sena Bey ile Yorgidis arasındaki bahis dahi şöyle idi:
Sena: “Bu sözünüze inanırım Mademoiselle Gabrielle, bu sözünüz pek doğrudur. Elbette Alcazar’da her gece sizi alkışlayacaklar ya! Hatta ben bile kaç defa…”
Yorgidis: “Hele vahşiler şarkısını çağırmak için vahşi kıyafetiyle çıktığınız akşam herkes bayılırdı.”
Sena: “Hani ya şu çıplak kıyafeti değil mi Monsieur Yorgidis?”
Gabrielle: “Aman öyle çıplaklık filanlık demeyiniz! Sözün aslını bilmeyenler gerçekten çıplak sanırlar.”
Sena: “Canım et rengi faniladan vücudunuza yapışan elbiseyi demek istediğimizi anlatıveririz.”
Yorgidis: “Ama ne vücut!”
Gelelim Nasuh ile Gardiyanski’ye. Bunlar dahi şu sözleri konuşmuşlar idiyse de her söz arasından şüphesiz ikişer üçer dakika geçerek o veçhile sohbet etmişlerdir:
Nasuh: (Gardiyanski’nin bir sözünü tasdiken) “Ben de öyleyim. Milletim nev-i beşerdir, vatanım rûy-ı zemin.”
Gardiyanski: “Ya vatanımın hürriyetini gasp ederler ise!..”
Nasuh: “Bu insanın namusuna taarruz demektir.”
Gardiyanski: “Namus uğrunda?”
Nasuh: “Ölmek!”
Gardiyanski: “Ölmeye muvaffak olamayan?”
Nasuh: “Vazifesini ifa etmiş ise teselli olabilir.”
Gardiyanski: “Etmiş olduğuma şahit vücudumda altı yara vardır.”
Nasuh: