Bayan Minchin’in okuluna geleli iki yıl olmuştu. Sisli bir kış günü öğleden sonra, en sıcak kadifelerine ve kürklerine sarılmış hâlde, olduğundan da büyük görünerek faytonundan inip kaldırımda ilerlerken meydanın merdivenlerinde duran, kir pas içinde, koca koca açılmış gözlerle kendisini görebilmek için boynunu uzatarak tırabzanların arasından bakan küçük bir kız gördü. Kirli yüzündeki heves ve ürkeklik Sara’nın dikkatini çekti ve herkese olduğu gibi ona bakarken de gülümsedi.
Fakat kirli suratın ve koca koca açılmış gözlerin sahibi belli ki, böyle önemli öğrencilere bakarken yakalanmaması gerektiğini düşündüğü için korkmuştu. O kadar hızla mutfağa fırlayıp gözden kayboldu ki, zavallı, kimsesiz küçük bir kız olmasa Sara dayanamayıp gülecekti. O akşamüstü, Sara sınıfın bir köşesinde, dinleyici grubunun ortasında oturmuş hikâyelerinden birini anlatırken aynı kız utana sıkıla sınıfa girdi. Elinde kendisi kadar ağır kömür kovası vardı; ateşi harlamak, külleri süpürmek için şöminenin önündeki halının üzerine diz çöktü.
Meydandaki tırabzanların arasında olduğundan daha temiz görünüyordu fakat en az o zamanki kadar korkmuş gibiydi. Çocuklara bakmaktan veya onları dinliyormuş gibi görünmekten korktuğu apaçıktı. Rahatsız edici bir ses çıkarmamak için kömür parçalarını parmaklarını ucuyla dikkatle koyuyor ve ocak küreğini yavaşça hareket ettiriyordu. Ancak Sara iki dakika içinde konuşulanların onun ilgisini çektiğini, bir iki kelime yakalama umuduyla işini ağır ağır yaptığını fark etti. Bunun üzerine sesini yükseltip daha anlaşılır bir şekilde konuşmaya başladı.
“Denizkızları berrak yeşil sularda usul usul yüzerlerken peşlerinden derin deniz incilerinden örülmüş balık ağını sürüklüyorlardı.” dedi. “Prenses beyaz kayanın üstüne oturmuş, onları izliyordu.”
Bu, bir deniz prensinin bir prensese âşık olduğu ve onunla birlikte yaşamak için denizler altındaki pırıltılı mağaraya gitmesini anlatan çok güzel bir hikâyeydi.
Şöminenin önündeki küçük temizlikçi ocağı bir kez süpürdükten sonra tekrar süpürdü. İki kez süpürdükten sonra, üçüncü kez süpürmeye başladı ve üçüncü kez süpürürken, hikâye onu o kadar etkiledi ki âdeta büyülendi ve aslında anlatılanları dinlemeye hakkı olmadığını ve o an yaptığı şeyi unutuverdi. Şömine halısının üstüne diz çöküp oturdu ve fırça parmaklarını arasında boş boş sallandı. Hikâyeyi anlatanın sesi onu denizler altındaki yumuşak, açık mavi ışıkla aydınlanan ve zemini saf altından kumlarla kaplı dolambaçlı mağaralara götürdü. Etrafında ilginç deniz çiçekleri ve otları dalgalanıyor, kulağında uzaklardan gelen şarkılar ve müzikler yankılanıyordu.
Çalışmaktan sertleşen ellerinin arasından şömine fırçası düşüverdi ve Lavinia Herbert etrafa bakındı.
“Şu kız bizi dinliyor.” dedi.
Suçlu fırçasını aldı ve ayağa kalktı. Kömür kovasını alıp ürkek bir tavşan gibi hızla odadan çıktı.
Sara sinirlenmişti.
“Dinlediğini zaten biliyordum.” dedi. “Neden dinlemesin ki?”
Lavinia başını zarifçe arkaya attı.
“Eh.” dedi, “Senin annen hizmetçi kızlara hikâyeler anlatmana ne derdi bilmem ama BENİM annem asla böyle bir şey istemezdi.”
“Benim annem!” dedi Sara, tuhaf bir bakışla. “Benimkinin umurunda bile olmazdı. O hikâyelerin herkesin hakkı olduğunu bilir.”
Lavinia acımasızca “Yanılmıyorsam…” dedi, “seninki ölmüştü. Neyi nasıl bilecek?”
“Onun bir şey BİLMEDİĞİNİ mi sanıyorsun?” dedi Sara, sert bir ses tonuyla. Bazen sesi son derece sert olabiliyordu.
“Sara’nın annesi her şeyi bilir.” diye araya girdi Lottie ince sesiyle. “Benim annem de bilir, Bayan Minchin’in okulundaki annem Sara ama diğeri de her şeyi bilir. Orada sokaklar pırıl pırıl, tarlalar dolusu zambak var ve herkes zambak topluyor. Sara beni uykuya yatırırken anlatıyor bunları.”
“Seni aşağılık seni!” dedi Lavinia Sara’ya dönerek. “Cennet hakkında masallar anlatıyorsun demek.”
“İncil’de çok daha görkemli hikâyeler var.” diye cevapladı Sara. “Bak da gör! Benimkilerin masal olduğunu nereden çıkardın? Ama sana diyeyim…” Cennete pek de uygun olmayan bir sinirle söylemişti bunu. “İnsanlara şimdiki gibi davranmaya devam edersen cennetin nasıl bir yer olduğunu öğrenemeyeceksin. Gel benimle, Lottie.” Küçük hizmetçiyi bir daha görmek için odadan çıktı, fakat hole girdiğinde kızdan eser yoktu.
“Şömine ateşini yakan o kız kim?” diye sordu Mariette’e o gece.
Mariette açıklamaya girişti.
Ah, tabii, Matmazel Sara sorabilirdi. Bulaşıkçının yerine alınmış kimsesiz bir kızcağızdı, gerçi bulaşıkçılığın yanında yapmadığı iş yoktu. Çizmeleri ve ızgaraları cilalıyor, kömür sepetlerini bir aşağı bir yukarı çıkarıyor, yerleri paspaslıyor, camları siliyor ve herkesten emir alıyordu. On dört yaşındaydı ama geç geliştiği için on iki yaşında görünüyordu. Aslında, Mariette onun hâline çok üzülüyordu. O kadar çekingendi ki biri onunla konuşmaya kalksa zavallı korkak gözleri yuvalarından fırlayacak gibi olurdu.
“Adı ne?” diye sordu anlatılanları merakla dinlerken ellerini çenesine dayamış, masada oturan Sara.
Adı Becky idi. Mariette gün boyu beş dakikada bir, alt kattaki herkesin onu, “Becky şunu yap, Becky bunu yap.” diye çağırdığını duyuyordu.
Mariette gittikten sonra Sara bir süre oturup ateşe bakarak Becky’yi düşündü. Başkahramanı bahtsız Becky olan bir hikâye uydurdu. Bugüne kadar yiyecek doğru dürüst bir şey bulamamış gibi görünüyordu. Açlıktan gözlerinin feri kaçmış gibiydi. Onu yeniden görmek istiyordu; fakat birçok kez merdivenlerde bir aşağı bir yukarı bir şeyler taşırken görmesine rağmen, sürekli acelesi varmış ve fark edilmekten korkuyormuş gibi göründüğü için onunla konuşması neredeyse imkânsızdı.
Birkaç hafta sonra, yine sisli bir ikindi vakti, oturma odasına girince son derece içler acısı bir manzarayla karşılaştı. Şöminenin önündeki şahsi ve en sevdiği koltuğunda çalışkan, genç bedeninin dayanıklılığına rağmen yorgun düşen Becky derin bir uykuya dalmıştı. Burnunda ve önlüğünde kömür lekeleri vardı, zavallı küçük başlığı başından kaymıştı ve yanında boş bir kömür kovası duruyordu. Akşam için yatak odalarını düzeltmek üzere gönderilmişti. Bir sürü yatak odası vardı ve tüm gün koşturmuştu. Sara’nın odasını sona saklamıştı. Onunki diğer odalara benzemiyordu, sade ve süssüzdü. Sıradan öğrencilere ihtiyaçları kadarı veriliyordu. Her ne kadar yalnızca hoş, aydınlık bir oda olsa da Sara’nın konforlu oturma odası bulaşıkçı kıza oldukça lüks geliyordu. İçinde resimler ve kitaplar, Hindistan’dan gelen ilginç eşyalar, kanepe ve alçak, yumuşak bir koltuk vardı; Emily bir tanrıça edasıyla kendi koltuğunda oturuyordu ve şöminede daima parlayan bir ateş ve cilalı bir ızgara olurdu. Becky onun odasını öğleden sonraki işlerinin sonuna saklamıştı çünkü burada bulunmak onu dinlendiriyordu. Birkaç dakika yumuşak koltukta oturup etrafına bakınırken demir parmaklıklar arasından gözetlediği, soğuk günlerde güzel şapkalar mantolarla dışarı çıkan ve böylesine muhteşem şeylere sahip olan çocuğun harika talihini düşünüyordu.
Bu öğleden