Tırmandığımız düzlüğün üzeri o kadar derin bir surette çalılarla kaplıydı ki orak kullanmadan kendimize bir yol açmaya imkân yoktu. Jüpiter, efendisinden aldığı emir üzerine orakla bize yol açmaya başladı. Yolumuz, sekiz on meşe ağacıyla birlikte yükselen gayet büyük bir tulipie ağacının dibine kadar götürdü. Düzlük üzerinde gayet büyük bir tulipie ağacı, etrafındaki ağaçlardan başka o zamana kadar gördüğüm bütün ağaçların şekil ve yapraklarının güzelliği, dallarının son derece inkişafı ve umum manzarasının ihtişamı itibarıyla hepsine üstündü. Vakta ki ağacın altına vardık. Legrand, Jüpiter’e döndü ve bu ağaca tırmanmaya muktedir olup olmadığını sordu. Zavallı ihtiyar bu sual üzerine biraz şaşalamış göründü. Bir müddet cevap vermedi. Bununla beraber ağacın iri gövdesine yaklaştı. Ağır ağır gövdenin etrafını dolaştı ve inceden inceye tetkik ve muayene etti. Muayeneyi bitirdiği zaman gayet tabii bir tavırla dedi ki:
“Evet mösyö, Jüp tırmanamayacağı ağaç görmemiştir.”
“O hâlde tırman; haydi, haydi! Bir hamlede! Çünkü şimdi ortalık kararacak ve ne yaptığımızı göremeyeceğiz.”
Jüpiter sordu:
“Nereye kadar tırmanmak lazım mösyö?”
“Evvela gövdeye tırman, sonra takip edeceğin istikameti sana söylerim. Ah! Bir dakika dur. Bu hunfesayı da beraber al!”
Zenci dehşetle gürleyerek bağırdı:
“Hunfesa mı? Altın hunfesa ha! Niçin bu böceği de beraberce ağaca çıkarayım ve sihirleneyim!”
“Jüp! Korkuyorsunuz. Siz ki büyük bir zenci, iri ve kuvvetli bir zencisiniz. Küçük ve zararsız bir haşereye dokunmaktan korkuyorsunuz. Hâlbuki siz onu bu sicimle götürebilirsiniz. Eğer siz onu bir suretle veya başka bir suretle götürmezseniz bu çapa ile sizin başınızı yarmak gibi elim bir mecburiyette bulunacağım.”
Utandığı için şüphesiz dost geçinen Jüp dedi ki:
“Allah’ım! Ne oluyor mösyö! Siz daima ihtiyar zencinize zarar vermek istiyorsunuz. Bu bir şakadır, işte o kadar. Ben hunfesadan korkayım ha! Hunefsaya ehemmiyet bile verdiğim yok.”
Kemal-i ihtiyat ile sicimin bir ucundan tuttu. Şimdi haşereyi kendisinden, hâlin müsait olduğu derecede uzak tutarak ağaca tırmanmaya başladı.
Tulipie yahut “liriodendron tulipiferum” Amerika’nın en güzel orman ağacı, gençliğinde şayanı dikkat bir surette düz bir gövdeye maliktir ve yan dallar çıkarmadan büyük bir irtifaya ulaşır. Lakin olgunlaştığı zaman kabuğu her yerde aynı derecede olmayarak pürüzlenir ve gövdesinden sayısız küçük, iptidai yan dallar çıkarır.
Onun için şimdiki hâlde, ağaca tırmanmak pek güç gibi görünüyordu lakin hakikatte güç değildi. Jüpiter, iri, üstüvani20 gövdeyi kolları ve dizleriyle sararak ve elleriyle yeni yetişen yan dalları tutarak ve çıplak ayaklarıyla bunlara basarak bir iki defa düşmek tehlikesi atlattıktan sonra gövdenin ilk çatal yerine ulaştı ve o andan itibaren işini bitmiş addetti. Hakikaten işin tehlikesi hiç kalmamıştı. Fakat bu esnada cesur zenci yetmiş kadem yükseklikte bulunuyordu.
Sordu:
“Şimdi hangi tarafa gideyim Mösyö Wil?”
Legrand “Bu taraftaki kalın dalı takip et.” dedi.
Zenci hemen itaat etti ve görülüşe nazaran çok zahmet çekmiyordu. Çıktı, pek yükseklere tırmandı, o suretle ki sonunda toplanmış olduğu hâlde tırmanan vücudu yaprakların içinde kayboldu. Artık hiç görünmüyordu. O zaman uzaktan sesi duyuldu; haykırıyordu:
“Daha nereye kadar çıkayım?”
Legrand sordu:
“Ne kadar yüksektesin?”
Zenci cevap verdi:
“O kadar yüksekte, o kadar yüksekteyim ki ağacın tepesinden gökyüzünü görebiliyorum.”
“Gökyüzü ile uğraşma! Yalnız benim söylediklerime dikkat et! Ağacın gövdesine bak, bu tarafta, senden aşağıda kaç dal var, kaç dalı geçtin?”
“Bir, iki, üç, dört, beş. Bu tarafta beş büyük dal geçtim mösyö.”
“O hâlde bir dal daha çık.”
Birkaç dakika sonra zencinin sesi yeniden işitildi; yedinci dala ulaşmıştı. Legrand göze çarpan bir heyecan içinde haykırdı:
“Jüp! Şimdi bulunduğun dalın üzerinde mümkün olduğu kadar uzağa gitmenin çaresine bak. Eğer garip bir şey görürsen bana haber ver!”
Bu andan itibaren zavallı dostumun aklını oynattığına dair zihnimdeki en ufak şüphe bile ortadan kalktı. Artık onun tamamen deli olduğuna kani olmamak benim için kabil değildi. Onu eve döndürmek için nasıl bir çare bulunacağı beni cidden endişeye düşürmeye başlamıştı. Ben ne yolda hareket etmem lazım geldiğini düşündüğüm sırada, Jüpiter’in sesi yeniden duyuldu:
“Bu dalın üzerinde daha ileri gitmeye korkuyorum. Bu dal hemen bütün boyunca kurumuş bir daldır.”
Legrand helecandan titreyen bir sesle bağırdı:
“Doğru mu söylüyorsun? Bu ölmüş bir dal mı Jüpiter?”
“Evet mösyö, kapının eski çivisi gibi kurumuş ve çürümüş bir dal mösyö. Bunun işi bitmiş, tamamıyla ölmüş.”
Legrand hakiki bir yeisin pençesinde kıvranır gibi haykırdı:
“Aman Allah’ım! Şimdi ne yapmalı?”
Ben makul bir söz söylemek fırsatını bulduğum için sevinerek dedim ki:
“Yapacak şey, eve dönmek ve yatmaktır. Haydi, geliniz! Beni dinleyiniz arkadaş! Vakit geç oldu, sonra vaadinizi unutmayınız!”
Legrand beni hiç dinlemeyerek haykırdı:
“Jüpiter! Beni işitiyor musun?”
“Evet Mösyö Will, sizi pek iyi işitiyorum.”
“Şimdi bıçağınla ağacı yokla ve tamamıyla çürümüş olup olmadığını bana söyle?”
Zenci hemen cevap verdi:
“Çürümüş mösyö, oldukça çürümüş lakin son dereceye gelmemiş. Ben dalın üstünde biraz daha ilerleyebilirim. Lakin yalnız olarak.”
“Yalnız olarak mı? Ne demek istiyorsun?”
“Hunfesadan bahsetmek istiyorum. O, çok ağır. Eğer önce onu elimden bırakırsam dal, yalnız başına bir zencinin ağırlığını biraz daha çekebilir.”
Legrand pek ziyade müsterih olmuş gibi haykırdı:
“Uçarı çapkın! Bana ne budalaca şeyler söylüyorsun! Eğer haşereyi düşürürsen kafanı koparırım! Jüpiter! Dikkat et! Beni işitiyorsun değil mi?”
“Evet mösyö! Zavallı bir zenci bu muameleye değmez.”
“Pekâlâ! Şimdi beni dinle. Tehlikesizce ve hunfesayı bırakmadan dalın üzerinde son hadde kadar ilerleyebilirsen aşağı iner inmez sana bir gümüş dolar hediye ederim.”
Zenci alelacele cevap verdi:
“Gidiyorum Mösyö Will, işte vardım. Dalın hemen ucundayım.”
Legrand pek