Dedim ki:
“O hâlde aziz arkadaşım! Siz latife ediyorsunuz. Bu oldukça iyi bir kafatası resmidir. Hatta teşrihteki16 kemik bahsinin bu kısmı hakkında almış olduğum fikirlere nazaran mükemmel bir kafatası diyebilirim. Sizin hunfesa ise dünyadaki hunfesaların en garibidir. Eğer buna benziyorsa bunun üzerine heyecan verici bir hurafe tesis edebiliriz. Ben tahmin ediyorum ki siz haşerenize ‘scaraboeus caput hominis’ [insan başı şeklinde hunfesa] ismini vereceksiniz. Yahut buna yakın bir isim koyacaksınız. Tabii bilimler kitaplarında bu neviden birçok isimler vardır. Lakin bahsettiğiniz lamiseler nerede?”
Anlaşılmaz surette kızışan Legrand dedi ki:
“Lamiseler mi? Sizin, lamiseleri behemehâl görmeniz lazım. Ben buna eminim. Ben onları aslındaki kadar göze çarpacak bir tarzda yaptım.”
Dedim ki:
“Hele şükür! Lamiseleri yaptığınızı kabul edelim. Lakin doğrusu ben onları göremiyorum.”
Onun sabrını tüketmemek için bir söz ilave etmeyerek kâğıdı kendisine uzattım. İşin aldığı şekilden dolayı pek mütehayyirdim. Haşere krokisine gelince: Hakikaten görünürde lamise yoktu. Heyet-i umumiyesi şüphesiz alelade bir ölü başına benziyordu.
Canı sıkılmış bir tavırla kâğıdı aldı. Buruşturdu, şüphesiz sobaya atmak üzere iken tesadüfen gözü resme ilişti ve oraya dikildi, kaldı. Bir müddet yüzü kıpkırmızı oldu, sonra bembeyaz kesildi. Birkaç dakika yerinden kımıldamadı, resmi inceden inceye tetkike koyuldu. Sonra ayağa kalktı. Masanın üstünden bir şamdan aldı, gitti, odanın öbür ucunda bir sandığın üstüne oturdu. Orada kâğıdı evire çevire merakla tekrar tetkike başladı. Bununla beraber hiçbir şey söylemiyor ve hareketi benim son derece hayretimi mucip oluyordu. Lakin gittikçe artan hiddetini yeni bir tefsir ile ifrata vardırmamak için ihtiyatlı davranıyordum. Nihayet elbisesinin cebinden bir cüzdan çıkardı. Kâğıdı dikkatle cüzdana yerleştirdi ve hepsini bir yazıhaneye koydu ve anahtarla kilitledi. O andan itibaren hâli daha sakinleşti. İlk heyecanı tamamıyla kayboldu. Kendinde bir dargındık hâlinden ziyade bir toplanış hâli vardı. Gecenin saatleri ilerledikçe hayallerine bir kat daha dalıyordu. Hiçbir söz onu bu dalgınlıktan ayıramadı. O gece, gecemi kulübede geçirmek niyetinde idim. Bunu birçok kereler yapmıştım. Lakin ev sahibinin hâlini gördükten sonra müsaade almayı daha muvafık buldum. Beni alıkoymak için hiçbir harekette bulunmadı. Mutattan daha ziyade bir nezaketle elimi sıktı.
Bu sergüzeştten takriben bir ay sonra -bu müddet zarfında Legrand’dan bahsedildiğini bile duymadım- Charleston’da, hizmetçisi Jüpiter beni ziyarete geldi. Ben bu iyi kalpli ihtiyar zenciyi hiç bu kadar meyus, bu kadar düşkün görmemiştim. O anda dostumun ciddi bir felakete uğramış olmasından korkmaya başladım.
Dedim ki:
“Hoş geldin Jüp! Yeni bir şey mi var? Efendin nasıldır?”
“Vallahi doğrusunu söylemek lazım gelirse sıhhati istenildiği kadar iyi değil.”
“İyi değil ha! Hakikaten bu haber beni çok müteessir etti. Neden şikâyet ediyor?”
“Ah, işte mesele burada! Hiçbir şeyden şikâyet etmiyor. Lakin ne olursa olsun çok hasta!”
“Çok hasta Jüpiter, öyle mi? Bunu hemen neye söylemedin; yatakta mı?”
“Hayır, hayır, yatakta değil. O, hiçbir yerde değil, işte beni endişeye düşüren hâl de bu! Fikrim zavallı Mösyö Will hakkında çok endişeli!”
“Jüpiter! Bütün bu söylediğin sözlerden bir şey anlamak istiyorum. Efendin hasta diyorsun. Neden muzdarip olduğunu sana söylemedi mi?”
“Oh mösyö! Bunun için zihin yormanın hiç faydası yok. Mösyö Will hiçbir rahatsızlığı olmadığını söylüyor lakin o hâlde niçin düşünceli, gözü yere dikilmiş, omuzları kamburlaşmış, rengi kaz tüyü gibi bembeyaz, uçuk, serseri serseri dolaşıyor? Niçin daima rakamlar döküyor?”
“Ne yapıyor, Jüpiter?”
“Bir taş tahta üzerine rakamlar döküyor, hiç görmediğim garip garip işaretler yapıyor. Ne olursa olsun ben korkmaya başladım. Yalnız gözlerim ona bakmalı; başka hiçbir yere bakmamalı. Geçen gün güneş doğmadan elimden kaçtı. Allah’ın bütün bir günü görünmedi. Eve döndüğü zaman onu adam akıllı dövmek için bir sopa hazırladım. Lakin ben o kadar budalayım ki geldiği zaman dövmeye cesaret edemedim. O kadar meyus bir hâli var ki…”
“Ah, sahih mi? Öyle ise işin sonunda zavallı adama karşı müsamahalı davranmakla daha iyi ettin. Onu kırbaçlamamalı Jüpiter! İhtimal ki tahammül edecek hâlde değildir. Lakin bu hastalığa, daha doğrusu hâlindeki bu değişime sebep olan şey hakkında bir fikrin var mı? Sizi gördüğüm günden sonra başına bir felaket mi geldi?”
“Hayır mösyö, o zamandan beri başına sıkılacak hiçbir şey gelmedi. Lakin o günden evvel geldi. Hatta korkarım ki sizin bulunduğunuz gün sıkılmış olmasın.”
“Nasıl? Ne demek istiyorsun?”
“Eh mösyö! Ben hunfesadan bahsetmek istiyorum, işte o kadar…”
“Neden?”
“Hunfesadan! Eminim ki bu altın hunfesa Mösyö Will’i kafasının bir yerinden soktu.”
“Böyle bir zanda bulunmak için ne gibi delilin var Jüpiter?”
“Böceğin sokacak kıskaçları var ya mösyö! Sonra ağzı da var. Ben hiç böyle sihirli hunfesa görmedim. Kendine yaklaşanları tutuyor, ısırıyor, önce Mösyö Will onu tuttu. Lakin pek çabuk bıraktı. Sizi temin ederim ki şüphesiz işte o zaman böcek onu ısırdı. Bu böceğin şekli, ağzı benim hiç de hoşuma gitmiyordu, muhakkak onun için parmaklarımla tutmak istemedim. Lakin bir kâğıt parçası aldım. Onunla avuçladım. Onu kâğıtla sardım. Ağızda küçük bir kâğıt parçasıyla… İşte ben böyle yaptım.”
“Demek ki sen efendinin hakikaten hunfesa tarafından ısırıldığını ve bu ısırmanın onu hasta ettiğini zannediyorsun, öyle mi?”
“Ben hiçbir şey zannetmiyorum. Biliyorum. Altın hunfesa tarafından ısırılmasından dolayı değilse niçin daima altını sayıklıyor? Ben evvelce de bu altın hunfesalardan bahsolunduğunu işittim.”
“Lakin onu sayıkladığını nasıl biliyorsun?”
“Nasıl mı biliyorum? Çünkü uykuda bile onu söylüyor, işte bunun için biliyorum.”
“Jüpiter hakikatte belki haklısın lakin senin bugünkü ziyaretinin sebebini anlayabilir miyim?”
“Ne demek istiyorsunuz mösyö?”
“Mösyö Legrand’dan bana bir haber mi getiriyorsun?”
“Hayır mösyö! Size şu mektubu getiriyorum.”
Jüpiter bana bir kâğıt uzattı. Kâğıtta şu satırları okudum:
Azizim,
Sizi bu kadar uzun bir zamandan beri niçin göremedim? Ümit ederim ki benim ufak bir huşunetime darılacak kadar çocuk değilsiniz. Lakin hayır, bu hiç de ihtimal dâhilinde değil.
Sizi gördüğümden beri büyük bir endişem var. Size söyleyecek sözüm olduğu hâlde nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Hatta bilmiyorum ki söyleyecek miyim?
Birkaç günden beri tamamıyla sıhhatte değilim, zavallı