Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü. Lütfü Şehsuvaroğlu. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Lütfü Şehsuvaroğlu
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-605-121-990-5
Скачать книгу
ayağa kalktı.

      Bütün ihtişamıyla yerdeki köleye baktı. Sonra bana döndü ve dedi ki:

      “Sevgili prenses… Köleliğinizin bağışlanması için bir köle vermelisiniz bize…”

      “Nasıl?” dedim, başta bir şey anlamamıştım.

      “Anlaşılmayacak bir şey yok.” dedi kurum kurum kurularak.

      “Yerde yatan şu kölenizin karşılığında size özgürlüğünüzü vereceğim.”

      Şimdi anlamıştım. Thilas, zavallı, yanmıştı. Artık gemilerde kürek mi çekecek, efendilerine hizmet edip belki miçoluğa mı yükselecek, orasını Tanrı bilirdi.

      Thilas’ın bakışları daha da tuhaflaşıp, daha da aptallaştı. Bu salakla benim ne işim olabilirdi? Ayrıca bir kahraman olmayı hak etmiyordu. Kahraman olabilirdi hâlbuki. Baştan beri beni korumak için hiçbir şey yapmamış, zavallı korkak bir çocuk gibi zırlamıştı. Böylelerinin köle olmaktan başka ne şansı olabilirdi ki?..

      İyice nefret ettiğim bakışları kararı vermemde etkili oldu.

      “Siz aziz ve kudretli şövalye, bir prensesten şövalyesini köle olarak almak istiyorsunuz. Bu size yakışmaz. Bence şövalyemle düello yapmalısınız. Onu düelloya çağırın; eğer sizinle düello yaparsa sonucuna katlanır, siz de katlanırsınız. Yok eğer düello yapmazsa belli ki köle olmayı hak etmiştir, o zaman onu size köle olarak vermeye söz veriyorum.”

      Şövalye karikatürü, eski rüşvetçi subay kahkaha attı ve sağ elinin başparmağını yukarıya doğru kaldırarak “İşte tam da prenseslerin yapabileceği bir konuşma! Bravo, bravo! Çok yaşayın!” dedi.

      Sonra yerde iyice büzülmüş olan Thilas’a döndü:

      “Düelloya var mısınız kraliçeniz için, ey şövalye?” diyerek kılıcını çekti.

      Kocaman kılıç, ay ışığında parladı. Zaten kınından çıkarken yeterince korkutucu olmuştu. Thilas daha da büzüldü ve ağlamaya başladı…

      “Hayır, hayır ben sizinle nasıl dövüşürüm?”

      “Yanlış cevap!” dedi şövalye, “Bana lütfen bir kılıç verir misiniz?” olacaktı.

      “Ben kılıç kullanmayı bilmem!” diye daha da zırladı korkak…

      Benim için artık o gerçekten bir köleden farksızdı. Kendi sonunu kendi hazırlamıştı.

      Benim için şövalye olmaya, düelloya girmeye razı olsaydı ben de onun için ölümü göze alır yahut aklımı daha derinden kullanır ve şu salak şövalyeyi kandırırdım. Ama artık onun için hiçbir fedakârlık yapmaya değmezdi.

      Tuhaf kılıklı şövalye bana döndü, ben de gereken sözü söyledim:

      “Yapacak bir şey yok muhterem şövalye, kişinin emeğinden başkası yoktur…”

      Bunu şimdi Kur’an’dan mı hatırlıyorum, geçen zaman, hatıralarıma, aldığım eğitimle beraber bir şeyler kattı da bazıları gibi maziyi yeniden mi yaratıyorum? Kendime göre yeniden geçmişi çiziyorum. Acaba? Yoksa ta o zamanlardan kalan Vasili Baba’dan öğrendiğim bir söz müydü, hatırlamıyorum.

      Ben öyle deyince adamlarına talimat vermeye başladı, sonra bana dönüp kolunu dirseklerinden bükerek uzattı.

      “Buyurun prenses, kamarama gidelim, bir kadeh Burbon şarabını hak ettik sanırım.” dedi.

      Biz giderken adamlar yeni köleyi güverteden aşağıya inen merdivenlere sürüklüyorlardı. Thilas “Hayır, hayır o sahte kraliçe! Hayır, hayır!..” deyip duruyordu.

      …

      İşaret parmağımdaki yüzüğe bakıyorum da geçmişte ne var ne yok görüyorum. Andronikos’un yüzüğü bana eski ile yeniyi, doğu ile batıyı birlikte değerlendirme fırsatı veriyor. Yaşadıklarımı görüyorum bu yüzükte…

      Ya bir de geleceği görebilsem…

      Neler, neler vermezdim?..

      Ahmed’im gidince yaşadıklarım bana ağır bir ders oldu. Adını bile hatırlamak istemediğim o hasekinin bana yapmadığı, demediği kalmadıydı. Evlatlarım için her şeyi sineye çektim. Oysa Ahmed’im eğer kardeş katli kuralını uygulasaydı Mustafa da çoktan âlem-i berzah’a gönderilmişti. Ne yapacaktı o kadın o zaman? Daha önce yaptığı gibi eteklerime yapışıp af dileyecekti.

      Mahfiruz ile her ne kadar rakibe isek de bu delinin anası yüzünden anlaşmak zorundaydık. Birbirimize söz verdik. Kardeş yasasını sağ olduğumuz müddetçe birbirimize karşı uygulamayacaktık. Evlatlarımız için her şeyi göze alacaktık. Benim Murad’ım daha çok küçüktü. Rabbim Murad’ımı bana bağışlasın…

      Ne korkunç!..

      Aşk, şiir, gül, lale ve bülbül… Ebruli tezyin edilmiş bir saray, cennet gibi bahçeler, huzur dolu bir hayat ve insanı Tanrı’ya yaklaştıran yaşayışlar… davranışlar, münasebetler…

      Fakat devlet-i ebed müddet denildi mi akan sular duruyor. Şehzadelerin sokaktaki adam kadar güvencesi yok…

      Osman, Mahfiruz’un oğluydu ama Ahmed’imin de oğluydu.

      Onu Murad’ımdan ayrı görmedim hiç.

      Çocukluğu annesinin değil, benim yanımda geçti daha çok.

      Ahmed’im Osman’ı çok özel yetiştirdiydi. Onu devlet-i aliyenin yenileyicisi olarak yeni bir Osman Bey olarak tasavvur etti. Kendi eksikliğini onda tamamlamak istedi. Çok özel hocalar tuttu. Sağlığında yapamadığını, başaramadığını o başarsın istedi. Bozulan vergi düzeni, bozulan Yeniçeri Ocağı, hep Ahmed’imin kafasını meşgul ederdi. Ömrü vefa etmedi.

      Önce kıyafet devrimi yaptı.

      Küffara kılıç sallarken, mızrak fırlatırken, bozdoğanla kafasını parçalarken daha hafif şeyler giyilmesi gerektiğini söyledi, kendi de giydi. Avrupa’dan değil, ta Orta Asya’daki atalarından örnek aldı. Kafasına börke benzer bir sarık, üstüne de Oğuz Kağan’ın da giyindiğini ifade ettiği libaslar geçirdi. Alâ-yu valâya ala-yı vala kaçmadı, kaçanları da ikaz etti.

      Kıyafet devrimi yanında neredeyse savaşmayı unutan, işi ticarete döken Yeniçeri Ocağı’nı ıslaha girişti.

      Yeni bir ordu kurma, Anadolu’ya, Doğu’ya gidip büyük doğunun ordusunu kurma fikrindeydi ama İstanbul henüz buna hazır değildi. Benimle bile paylaşmadığı bazı yenilikçi fikirleri oğluna açtığını düşünüyorum. Hasoğlanları bile sokmadığı saray odunluğunun arkasında yaptırdığı kum havuzunda küçük küçük asker, kale, şehir temsilleriyle yeni dünya düzeni için, nizam-ı âlem için planlarını, hedeflerini ona aktardığını bizzat Osman ağzından kaçırdı bir gün…

      Zaten o ağzını tutamaması yok mu? Başını, körpe başını o yedi yavrucağın!

      Andronikos’un başına gelen Osman’ın başına geldi.

      İki imparator da aynı kaderi paylaştılar. İkisi de Yedikule Zindanları’nda linç edildiler. Andronikos kadar aşağılayıcı, insanlık dışı muameleler olmasa da Genç Osman için de az iğrençlikler yapılmadı değil.

      Bir yudum su bile vermediler zindana tıkarken.

      Yük taşıyan bir at arabasına koydular cihan padişahını… Sabahlığı ile götürdüler zindana. Yolda olmadık tecavüzler, sataşmalar, hakaretler, mıncıklamalar… Aman Allah’ım ne cesaret, kulları padişahının kaba etini çimdiklemiş!

      Bu yüzük bana ne demek istiyor? Bunları niçin gösteriyor?

      Osman