Bu sözleri o kadar yumuşak sesle ve asilane söylemiştim ki adam gevşedi, soylu bir adam olduğunu ispat için kılıcından tuttu ve biraz düşündükten sonra elini uzatarak beni ayağa kaldırdı.
“Hanımefendi kimin ömür içinde ne hâllere düşeceği hiç belli olmaz. Size hak veriyorum. Bakın ben de yıkılmaz armadada asil bir subay iken ne hâllere düştüm.”
“Savaşta yenilmiş olamazsınız, bir iftiraya mı kurban gittiniz?” dedim. Bu cümle sanki içimde yaşayan başka birisi tarafından söylenmişti.
Zavallı şarlatan şövalye hemen ellerimi çözdü ve anlatmaya başladı. Thilas, gariban, oturduğu yerden yardım ister gibi bakıyor ama ağzını açamıyordu.
“Nereden bildiniz küçük hanımefendi, nereden bildiniz; evet bir iftiraya kurban gittim. Bir subay olduğum hâlde şehirde yaşamış, hayatında deniz görmemiş, rüşvetle soyluluk unvanı almış kralın yalakalarından biri bana iftira attı. Neymiş efendim fıçı fıçı rüşvet yemişim!”
“Rüşvetçiler nasıl rüşvet yeneceğini bilirler…” Bu sözümü hakaret kabul etseydi tekrar aramız bozulabilirdi. Ama demek istediğimi anlamadı.
O arada miçolardan birine işaret çaktı. Çocuk bir koşu gidip bir şişe şarap getirdi. Şarabın ağzı açıktı. Şövalye kılıklı korsan şişeyi tepesine dikti. Bir ara soluklanıp devam etti.
“Evet, fıçı ile rüşvet mi yenir?” Sonra kahkahayı patlattı.
“Hah hah hah! Belki içilir… Öyle değil mi ama?”
Şişeyi tekrar tepesine dikti, bu sefer şişenin dibinde kalan şarabı içip bitirdi.
Ne yapacağımı bilemiyordum. Bir süre konuşmayıp adamın iyice içip sarhoş olmasını mı beklemeliydim?
Biraz sonra dili bağlanmış, ağzı bir acayip gözüken ırz düşmanı gemici bir arkadaşının kolunda geldi. Benim güldüğümü görünce üzerime saldırdı. Tam gırtlağıma sarılacaktı ki oturduğu yerde ikinci şişeyi devirmekte olan şövalye bozuntusu ona bir çelme taktı. Beni ıskalayıp Thilas’ın yanına düşen gemicinin çenesi yere çarptı. Tekrar kanamaya başladı. Ağzını tutan adam can havliyle ayağa kalkmak isterken yanındaki Thilas’ı, köle namzetini gördü. Thilas’ın ağzına okkalı bir yumruk indirdi. Bu sefer de zavallı arkadaşımın burnu kanıyordu. Thilas’ın yüzüne baktım. Sanki burnu kırılmış gibiydi. Eğrilmişti. Burnundan akan kan bütün çenesini kırmızıya bulamıştı. Elleri bağlı olduğundan bir şey yapamıyordu. Öylece duruyordu garip. Ne edip de benim peşim sıra gelmişti? İçinden benimle tanıştığı güne lanet okuyor, nefsinin esiri olduğu için de kendine kızıyor olmalıydı. Çünkü deminki bakışın daha tuhafı kaplamıştı yüzünü…
Niçin bana takıldın, niye benimle sevgili olmak istedin? Oysa bir sevgilim olduğunu, daha doğrusu en yakın arkadaşımın Leonardo olduğunu biliyordun. Buna rağmen geldin. Madem zoru seçtin, zorluğuna katlanıp belki kahraman olabilirdin. Ama şimdi şu aczin içinde her şeye layıksın. Layığını bulacaksın.
Ben bunları düşünürken şövalye ayağa kalktı; yine eski ihtişamına kavuşmuştu.
“Götürün bu adamı buradan ve katıksız üç gün kapatın!” dedi.
Hemen nereden çıktığı belli olmayan üç gemici yerden doğrulmaya çalışan yaralıyı götürdüler. Giderken de bana öyle bir bakışı vardı ki bugün bile gözlerimin önünde.
…
Babam gerçek bir tiyatrocu gibi anlatmaya başladı. Sanki eski Yunan amfilerinde oynuyor, bir yandan da krala bakıyordu. Şu an kral diye baktığı Vasili Baba’dan başka kimse değildi.
Andronikos’un Katlinin Ardındaki Sır
Pierre ayağa kalktı, önce kızını alnından öptü sonra Vasili Baba’nın karşısına geçti, eğilip selamladı. Sonra oyununu oynamaya başladı. Anlatıyor anlattıkça da sanki olay anını yaşıyordu.
“Bizans imparatorluk görevlileri, eski imparatoru ellerinden ve ayaklarından zincirli olduğu hâlde sarayın kapısından çıkardılar. Bir zamanların güçlü imparatorunu böyle aciz ve sefil vaziyette gören halk birden galeyana geldi. Bağırışlar, çağırışlar, lanet okumalar, küfürler yahut çılgın gibi nara atmalar Andronikos’un şaşkın ama yine de gururlu bakışlarında dondu kaldı. Onun hâlâ nedamet göstermediğini anlayan, gururlu yüzünü ve kendilerini yine ezmekte olan ifadesini görenler bir an suskunluktan sonra tekrar içlerindeki nefreti kusmaya devam ettiler. Bazıları korteje doğru atıldı.
Saraydan çıkarılıp zincire vurulmuş bedenin geçtiği yollarda envaiçeşit hakarete maruz bırakılmasından, binlerce kötü muameleye, işkenceden bile daha aşağılık tecavüzlere uğramasından sonra Yedikule Zindanları’nda akıbetini beklemeye başlaması, şehrin iktidar mücadelesinde yeni bir evrime yol açıyordu. Eski düzen ister istemez tarihin arka koridorlarına saklanıyor, yeni bir düzen hak ve adalet nidalarıyla hâkimiyetini nasıl perçinleyeceğini şimdiden planlıyordu.
…
Bizans halkı -kimi meraklı bakışlarla, kimi istavrozlar çıkararak- olanları izliyordu boğazın Avrupa yakasında.
Bebek kıyılarına getirilip boğazın serin sularına fırlatılan neredeyse işkenceden tanınmaz hâle gelmiş bir ceset, imparatorluk görevlilerinin törensel duruşları eşliğinde suyun içinde sanki canlı imiş gibi dalgalarla boğuşmaya başladı.
Kıyıda bekleyenlerin şaşkın bakışları arasında dalgaların içine çekip kaybetmesi gereken ceset, ne yazık ki bir türlü boğazın akıntısına kapılıp gitmiyor ve ayaklarına takılan ağırlıkla bir türlü dibi boylamıyordu.
Dalgalar cesedi sanki kusuyor, kıyıya iade etmeye uğraşıyorlardı.
Sonunda boğazın dalgaları cesedi kıyıya vurdu. Görevliler bir kez daha iğrendikleri cesedi tekmelerle suya iade ettiler. Fakat dalgalar yeniden onu kıyıya geri gönderdi.
Dalgaların kıyıya ittiği ceset eski imparator Andronikos’tan başkası değildi.
İzak imparator olunca devrik imparator yargılanmadan infaz edilmişti. Zira hiçbir mahkeme onu yargılayamaz ve adalet asla tecelli edemezdi. Nefret edilen imparatora cezası hemen baş üstü verilmeliydi. Öyle de yapıldı.
Önce Bizans’ın meşhur okçuları tarafından zincire vurulmuş hâlde İzak’ın huzuruna getirilen devrik imparator, bir zamanlar Konstantinopolis’te kim varsa ona kan kusturan güç, en aşağılatıcı muamelelere, en melanet işlemlere maruz bırakıldı. Yürütülürken bütün şehir halkı ona hakaretler etti. Yüzüne tükürdü. Yol boyu tokatlandı, tekmelendi. Yeni imparatorun huzurunda da aşağılandı, tokatlandı, tekmelendi.
Bir kadın, nefreti gözlerinden açıkça okunan ve ellerini bir kerpeten gibi yapmış bir kadın, hınçla devrik imparatorun iki yanında onu sürükleyen askerlere rağmen saçlarından sıkı sıkıya tutup bir avuç dolusu saçını kopardı. Bir başka kadın arkadan alnındaki saçlarını yakalayıp olanca kuvvetiyle çekip kopardı. Kafası geriye doğru kaykılan ve acı içinde kıvranan Andronik’in yukarı bakan yüzünde acısını ifade eden o ağız aralığına önden birisi sert bir yumruk indirdi. Ardından bir başkası taşla vurdu aynı yere. Zavallı adamın bütün dişlerini kırdılar.
Yine de kalabalık yapılanları yeterli görmüyordu. Daha büyük acıları yaşaması için daha farklı işkence metotları denediler. Onu taşıyanlar bile arada bir iğrenip yere yuvarladılar. Can havliyle iki elini yere açan eski imparatorun o anda sağ elinin üzerine bir balta şiddetle indi.