Turfanda mı Turfa mı?. Mizancı Mehmed Murad. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Mizancı Mehmed Murad
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-605-121-973-8
Скачать книгу
meseleleri, günün şartlarına uygulayarak en iyi selamet yolunu bulmak için zihnini, vücudunu yorardı.

      Okuduğu eserlerin kenarlarını karmakarışık notlarla doldururdu. Gazete makalelerini kısım kısım ayırıp her birini masanın ayrı bir gözüne yerleştirirdi. Üzerinde Alter Ego, yani “Diğer Ben” yazılmış olan büyük hatıra defterleri durmadan dolup sandığa konulurdu.

      İşte o notlar, o okumalar, günlük duygu ve düşüncelerini yazdığı defterler, manevi Mansur Bey’in gayet gerçek, canlı bir kopyasıydı. Kendisince onlar hayatının rehberi, din ve devlet hizmeti için hazırlanmış akıl defterleriydi. Nazarında kıymeti çoktu. Hakikaten de kıymetsiz değildi.

      “Ya zararlı bir şey zannıyla defterlerim bugün gümrükte alıkonuldu ise?” fikri Mansur Bey’in vücudunu dondurdu.

      Hemen:

      “Böyle bir şey olsaydı komisyoncu haber verirdi.” diyerek avundu.

      Fakat yine kani olamadı. Yanında bulunan sandıklardan birini çekti, açtı. Defterleri duruyordu. İçgüdüsüyle en üsttekinin kabını açtığı vakit sahifenin yukarısında “Salus imperii summa lex esto” cümlesi göründü. Güya kendisinden soruyorlarmış gibi Mansur:

      “Evet, Çiçeron’un hakkı vardır. ‘Devletin selameti kanunların en yücesi’ bilinmelidir. Cennet-mekânın fiilî ispatı meydandadır.” dedi. Cennet-mekânla kastettiği, yeniçeri belasından devlet ve hilafeti kurtarmış olan Sultan Mahmud Han Hazretleri idi.

      Defteri, sandığı kapayıp geri çekildi.

      Şu suretle mazisini bir kere hayalinden geçirmiş olan Mansur Bey o rehbersiz, yardımsız, öksüz olarak geçen mazisinde ne gibi kusurlarda, kabahatlerde, ihmallerde bulunduğunu bellemek üzere yine zihninde geçmişe dönerek bir müddet düşündü.

      Çocukluk çağındayken, manasız bir rekabet hissiyle Zehra hakkında dille tecavüzlerde bulunarak farkında olmadan onun tahsiline mâni olanlarla birlik olmaktan başka vicdanında azaba benzer bir şey bulamadı.

      Belki yegâne olduğu için o kusur da zihninde pek büyük göründü.

      “Ah, ne olurdu, o da olmasaydı!” dedi. Bir müddet düşündükten sonra yakaran bir tavırla ellerini kaldırdı:

      “Ey kudretli, merhametli Allah’ım! Ey benim gibi kimsesiz ve koruyucusuz olanlara selamet ve kurtuluş yolunda yardımcı ve kerim olan kâinatın yaratıcısı! Seçkin milletin olan şu yüce ümmetinin dünyada ve ahirette saadetine, sevgili peygamberin bulunan peygamberler ulusunun vekil ve halifesine en iyi şekilde hizmet etmek hususundaki saf ve şiddetli arzum, menfaatsiz, şartsız gayretim senin malumundur. Hayat güneşimin gurubu günlerinde dahi bugün gibi vicdanımı pişmanlık ve utanç lekesinden uzak bulundurmaya muvaffak etmeni bütün samimiyet ve inancımla senden niyaz ve istirham ediyorum. Saflık ve doğrulukla arz olunan benim şu kulluk yakarışımı varlığımı bedel tutarak kabul eyle, ey bağışlayanların en merhametlisi Rabb’im!”

      Şu içten duayı eda eden Mansur Bey’in kalbine rikkat geldi. Yanaklarından aşağı bir iki damla yaş yuvarlanıp yere düştü.

      O anda sanki varlığının en derin bir köşesinden duyurulan “İnnallahe ma’asâdıkîn” (Allah sadık olanlarla beraberdir) cevabi hitabı Mansur Bey’i iliğine kadar sarstı.

      Güneş doğmuş, ortalığı aydınlığa boğmuştu. On dakika sonra pencereye yaklaşmış olan Mansur Bey, manzaranın güzelliğinden hayran kalarak dün saatlerce üzerinde kendisini kaybettiği sandalyeye oturdu. Her şey dünkünden daha ziyade mütebessim ve mültefit görünüyordu.

      “Evet, evet. Aynen böyledir. Kavmimizin hayatının ilkbaharı yaklaşmakta, milletimizin baht ve saadet güneşi yeniden şerefle doğmaktadır.” dedi. Bir müddet daha etrafın seyriyle lezzet aldıktan sonra kalbinde ferahlık, yüzünde gülümseme ile kalkıp pencereyi ve perdeleri kapadı, yatağına yattı. İki dakika sonra dudakları gülümser olduğu hâlde derin ve rahat bir uykuya dalmış bulunuyordu.

      Görüşme

      Fatih’ten Sultanselim’e gidilirken sağda solda birçok eski konak görülür ki çoğu harap olmaya yüz tutmuştur. Bundan yirmi beş sene önce bu konaklardan biri dış ve iç süslemeleriyle herkesin dikkatini çekiyordu.

      Konak büyük ve eski bir konaktı. Geçen asırdan beri devlet ve millet hizmetinde gayret ve sadakatle kendini göstererek halk ve yüksek tabaka insanlarının dillerinde güzel bir nam bırakmaya muvaffak olan üç, dört kazaskere mesken olagelmişken, 1834 tarihlerinden, yani en sonraki nöbetçinin bir evlat bırakmaksızın ölümünden, bahsettiğimiz zamana kadar büsbütün boş ve ıssız kalmıştı. Mahalle kahvesinde bir kere “Uğursuzdur!” sözü işitilmişti. Artık içinde kimse oturmadıktan başka hatta bazen bekçi bulmakta bile güçlük çekiliyordu.

      Konak, bu tarihten üç yıl önce ilim ve ahlakı, servet ve varlığı, haysiyet ve itibarı bakımından nice benzerlerine gıpta ettirmiş olan Şeyh Salihü’l-Magribî tarafından satın alınarak hayranlık uyandıracak bir şekilde onarılmış ve süslenmiş bulunuyordu.

      “Uğursuzdur!” hükmü vaktiyle Şeyh Efendi’nin de kulağına duyurulmuştu. Lakin kendisi öyle mahalle dedikodusuna kulak verir takımdan değildi. İlk caydırmaya kalkışan dili “Her şey Cenabıhakk’ın takdir ettiğine varır.” kati sözüyle kesivermişti. Kimse bir daha kendisine karşı ağzını açmaya cüret edememişti. Yalnız cahillik ve kıskançlık kurbanı bulunan bazı mahalleliler, bilhassa kadınlar -güya çoktan beri öyle bir şeyi bekliyorlarmış gibi- konakta birinin burnu kanadığını işitince “İşte gördünüz mü?” derlerdi.

      Konağın içindekilerse mahallenin şu felaket tellallıklarından habersiz olarak bahtiyarca ömür geçiriyorlardı.

      Evet, bahtiyarca! Çünkü insanların bahtiyar sayılmaları için ne lazım gelirse hepsi eldeydi. Sıhhat ve afiyetleri, şan ve şöhretleri, gördükleri teveccüh ve iltifat da sahip oldukları servet ve itibar derecesindeydi. Böyleleri koskoca İstanbul şehrinde bile çok bulunmazlar.

      Otuz odalı, iki kat bina, bahçe, konağın karşı tarafında yine bahçe ile mutfak dairesi, ahırlar, arabalıklar, hizmetçi dairesi, hep mükemmeldi. Yoksullar için konağın kapısı açık, sahiplerinin elleri gevşekti.

      Konağın yeni sahibi, hikâyemizde adı sık sık geçen İbni Galiblerden Şeyh Salih Efendi’dir. İki karısı ve iki çocuğu var. “Çocuk” dediğimiz, yirmi beş yaşında evli oğlu İsmail Rüşdü Bey ile on dokuz yaşını bitirmiş bekâr kızı Sabiha Hanım’dır.

      Şeyh Salih Efendi yüksek meclislerden birinde memurdur. Arkadaşları arasında fıkıh ve hadiste sayılı üstatlardandır. İlim ve irfanından yararlanmak arzusunda bulunan belli başlı kimseler konağından eksik olmadığı gibi, yüce saltanatın nazırlarıyla da daima görüşür, devlet büyüklerince beğenilir.

      Ailesi fertleri de kendi çevrelerinde itibar kazanmışlardır.

      Konak üç kısım olup evde harem, selamlık, taş bölük diye bilinir. Taş bölük harem ile selamlık arasında büyücek bir dairedir ki bazı bölmeleri ahşaptan, dört duvarı ile hamam dairesi taştandır.

      Efendinin odaları gerek haremde, gerek selamlıkta üst kattadır. Selamlıkta, üst kata çifte merdivenle önce doğrama ve renkli camlarla ayrılmış merdiven başına, oradan da bir kapı ile büyük bir sofaya çıkılır.

      Sofa, binanın enine büyük bir sofadır. Yekpare Gördes halısı döşenmiştir. Diğer süslemeleri yaldız, ipek, billur, eski madenden ibarettir. Yalnız köşelerine konulmuş dört minder ile aralarındaki ikişer erkân şiltesinden başka bütün takımı alafrangadır.

      Duvarlarda