Fakat biçare kadına, İstanbul’u tekrar görmek nasip olmamıştı. Bir hayli müddet Ahmed el-Nasır’a bu hususta istirhamlar etmişken, ondan bir fayda görmeyince kendisinin aldırılmasını yalvararak Şeyh Salih Efendi’ye mektup yazmıştı. Lakin mektubun tesiri görülmezden evvel sıtmadan vefat ederek Mansur’u büsbütün öksüz bırakmıştı.
Annesinin vefatından daha önce, Mansur İstanbul’a göç etmek üzere küçücük zihninde kesin karara varmıştı. Hatta bir akşam amcasının devamlı misafirleri arasında kendisinin en ziyade alışmış olduğu bir yüzbaşı, tahsildeki başarısını kutlayarak, bu yolda devamla Fransa üniversitelerinde tahsilini tamamlayacak olursa, adam olacağını söylediği sırada Mansur düşünmeksizin:
“Ben Fransa’yı istemem. Ben İstanbul’a gideceğim!” demekten kendini alamamıştı.
Yüzbaşı:
“O! Baksanıza! Şimdiden bu kadar taassup ha! (gülerek) Sen bu taassupla kalırsan, demek baban gibi sen de bir gün başımıza bela kesileceksin.”
Ahmed el-Nasır:
“(benzi atmış bir hâlde) Genç asker, siz de çocuğun lafına mı ehemmiyet veriyorsunuz? Bunlar hep annesi bulunan cahil Çerkez’in budalalığı eseridir. Biraz büyüyüp aklı başına gelirse, bu gibi budalalıklara kafada yer kalmayacağı aşikârdır.”
Mansur, böyle bir topluluk içinde annesinin aleyhinde söylenilen bu sözlerden dolayı hırslanıp, onu şiddetle müdafaa etmeye hazırlanmışken, yüzbaşının cevapta acele etmesi yüzünden meydan bulamamıştı.
Yüzbaşı:
“Ben ehemmiyet verdiğimden değil, “küçük beyefendi” benim hoşuma gidiyor da onun için konuşmaya davet etmek istiyorum. (Mansur’a dönerek) Oğlum! İstanbul’a değil, Amerika savanalarına gidecek olsan, yine kültürsüz bir iş göremezsin. Zamanımız maarif zamanıdır. Kültürsüzler için kuru ekmek bile güç bulunacaktır. Sen bir kere tahsilini bitir, adam ol. O vakit dünyanın her bir kapısı senin için açık olur. İşte o vakit İstanbul’da da aç kalmazsın.”
Konuşma burada kesilmişti.
Gece saat bir sularında yatağa girmek üzere bulunan Mansur, amcası tarafından çağrılmış, ağırca azarlanmıştı. Mansur azarlanma altında ezilmeyip:
“Amcacığım! Annem de İstanbul’a gidecek ben de gideceğim. Başka bir yere değil, Salih amcamıza gideceğiz.” demeye cesaret etmişti.
Ahmed el-Nasır:
“(yeniden hiddetlenerek) Bir yere gideceğiniz yoktur! Fransa hükûmetinden tahsis olunmuş az bir maaştan başka geçinecek bir şeye malik değilsiniz. Amcan da hayvanca paralarını boş davalara sarf ederek kendi çocuklarını bile güç hâlle besleyebiliyor. Siz bir kere İstanbul’a kaçacak olursanız ben de size karşı ufacık bir yardımda bile bulunamam. Başımdan korkarım. Bunun için böyle saçma, zararlı düşüncelerden hem sen vazgeçeceksin hem anneni vazgeçireceksin. Bir daha bu yolda bir söz işitmeyeceğim. Hele topluluk içinde söz söylerken dikkatli bulunacaksın. Anladın mı?”
Mansur yalnız dilini sıkıca tutmak lüzumunu anlayabilmişti. Lakin fikrini İstanbul’u düşünmekten, hayalini tatlı kuruntulara koyulmaktan kim ve nasıl men edebilecekti?
Ya amcamın dediği doğru ise?
Ya Salih amcamız yüzümüze bakmaz da sokak ortasında kalırsak?
Kendi ne ise, ya annesi? Mansur buna razı olamıyordu.
“Yüzbaşı, tahsil eden aç kalmaz.” dedi. “Tahsilimi bitirdikten sonra annemi alıp gidiveririm.” diyerek kendini teselli etmişti.
Birkaç gün sonra aynı subaya rastgelen Mansur, doğruca gidip kaç senede tahsilini tamamlayabileceğini sormuştu. Yüzbaşı da birçok boş şakadan sonra iyice çalıştığı takdirde yedi sene lise, üç sene de üniversite olmak üzere on sene zarfında tahsilini tamamlayacağını söylemişti.
Yüzbaşıdan ayrıldıktan sonra Mansur:
“On sene daha okumak! Ah ne kadar çoktur! Annem o vakte kadar beni bekleyecek mi?” diyerek ümitsizce hayıflanmıştı.
Biçarenin annesi on sene daha beklemedikten başka, hatta bir ay olsun kendisini bekleyemeyip kara toprak altına girmiş, kendisini kimsesiz bırakmıştı.
Mansur Bey akan gözyaşlarını silmek için yattığı yerden eliyle mendilini aradı. Karanlıkta mendili bulamayınca karyoladan kalkıp bir mum yaktı.
Artık tekrar yatağa girmedi. Odada gezinerek yine hayalinde hayat macerasını takip etmeye devam etti.
Annesinin vefatından sonra artık amcasının evinde duramaz olmuştu. Amcasından gördüğü azarlama kafasında büyük bir yer tutmuş olduğundan İstanbul’u ağzına almaya cesaret edememişti. Tahsil bahanesiyle Fransa’ya gitmek, orada ne vakit fırsat bulursa İstanbul’a göç etmek üzere zihninde karar vererek Fransa okullarına girmek için yüzbaşı vasıtasıyla amcasından müsaade istemişti. Amcası da, derste kendi çocuklarını geçmiş olmasından zaten mustarip bulunduğu için pek de itiraz etmemişti.
Yüzbaşının uygun görmesiyle devlet okuluna girmezden evvel Marsilya’da bulunan tanınmış hususi bir pansiyona verilmişti. Kendisine akran yirmi beş çocukla beraber Mansur bu pansiyonda altı sene oturmuş, kendisini adamlar sırasına koyacak bir kültür kıyafetini giyinmişti.
İstanbul’a kaçmak için fırsat gözeten Mansur, tahsilde ilerledikçe kültürün değerini takdir ederek tamamlamaya karar vermişti.
Pek çok çalışırdı. Fakat asıl vazifesi olan derslere günde iki saatten ziyade vakit ayırmazdı.
Yaşı ilerledikçe kitap okumaya merakı derecesiz artmıştı. Bütün geçinme masrafları pansiyona verilen ücret dahilinde bulunduğu için amcasından her ay gelmekte olan on Napolyon altınını hemen hemen kitap satın almaya verirdi. Başka bir merakı, başka bir eğlencesi yoktu. Yalnız gazete okumak merakı pek şiddetli idiyse de pansiyona gazetenin sokulması yasak olduğu için vakit bulamazdı.
Pazar günleri gezmek için verilen altı saatlik izin müddetini tamamen kıraathanede gazeteleri okumakla geçirirdi. Kıraathaneci Mansur Bey’i öğrenmiş olduğundan bir haftalık “Debats” ile “Independance Belge”i istenmeden hemen önüne koyardı. Hatta Mansur’un parasıyla bir aralık “Ruznâme-i Cerîde-i Havadis”e bile abone olmuştu.
Mansur bunları okur, Memalik-i Şâhâne (Osmanlı İmparatorluğu) ile diğer İslam ülkelerinden bahseden yazıları gayet dikkatle tekrar gözden geçirirdi. Bazen parasını verip gazete nüshalarından birini, ikisini alır ve kendisince lüzumlu olan yanların bulunduğu sütunları kesip cebinde saklardı.
Geceleri herkes yattıktan sonra Mansur, kesilmiş yazıları sandığından çıkarıp tekrar gözden geçirir, bazen birtakım işaretlerle düşüncelerini sayfa kenarına not ederdi.
Birçok müddet pansiyonun müdür ve muavinleriyle ziyadesiyle hoş geçinerek kendisini sevdirmişti.
Sınıfın birincisiydi. Uslu, edepli, davranışlarında nazikti. Daha ne ister?
Fakat bir iki vaka itibarını düşürmemekle beraber sevgi yerine, saygıyla karışık bir çekinme hasıl etmişti.
Önce bir mum meselesi müdür ile arasında soğukluk doğmasına sebep olmuştu. Müslümanlığına, beyzadeliğine saygı duyularak kendisine ayrıca oda verilmişti. Okumaya dalan Mansur, bazen sabahlara kadar yatağa girmezdi. Arkadaşlarının odalarından sabahları mumlar hemen bütün olarak çıktığı hâlde, Mansur Bey’in mumları hemen hemen bitmiş bulunurdu.