Hatta bazı muzip arkadaşları öyle bir dakikada “Mansur, Mansur” diye önce yavaşça, sonra hızlı çağırırlar ve gülerler de yine Mansur’un haberi olmazdı. Yalnız vücuduna bir şey dokunursa güya uykudan uyanıyormuş gibi birden kendini toplardı.
Mubassırın önünden geçmesi böyle bir dakikaya rast gelmişti. Aksine mubassır da yeni gelmiş olup vazifeşinaslığını göstermeye fırsat aramaktaydı. Mansur Bey’in hâl ve tavrını henüz öğrenememişti.
Mubassır, Mansur’un üzerine dönüp azarlamıştı.
Mansur:
“(ayağa kalkarak hürmet ve nezaketle) Affedersiniz Mösyö! Hakikaten sizi görmedim.”
“Yalandır! Görmüşken mahsus kalkmadınız.”
“Ben yalan söylemem!”
“Doğru söylemeyi git de tevkifhanede öğren, terbiyesiz!”
Mansur birinci defa olarak işittiği bu “tevkifhane” ve “terbiyesiz” sözlerinden yıldırım isabet etmişe dönmüştü.
“(büyük bir hiddetle) Tevkifhaneye demiştim, işitmediniz mi?”
“(benzi kül gibi olarak) Haksız yere tevkifhaneye gidemem.”
“Şimdi nasıl gideceğini görürsün, hayvan!”
“(kendini kaybederek) Asıl söz anlamaz hayvan sensin, terbiyesiz herif! İşte götür göreyim.” diyerek iskemle üzerine oturuvermişti.
Mubassır elini Mansur’un kulağına götürmek istemişti. Mansur kulağını eliyle “sertçe” korumuştu. Mubassır tutup sürüklemeyi kurmuşken, Mansur’u mıh gibi yerinde saplanmış bularak kımıldatmaya muvaffak olamamıştı.
Arkadaşları toplanmış, iş büyümüş, hatta müdür ve hademeler bahçeye inmişlerdi.
Mubassırın tek taraflı şikâyeti üzerine müdür, hademelere hitap ederek, hâlâ iskemle üzerinde güya pervasız oturmakta bulunan Mansur’u kaldırıp zorla tevfikhaneye götürmelerini emretmişti. Üç hademe koşup koltuklarından kaldırdıkları vakit Mansur’un başı arkaya doğru omzuna düşmüştü. Hiddetinden kaskatı kesilen Mansur bayılmıştı!
Hasılı Mansur’u tevkifhaneye götürememişlerdi!
Ya Mansur’u ya mubassırı kovmak lazımdı. Müdür kabahati mubassıra yükleyerek onu kovmak ve bir daha mubassıra karşı gelme yolunda –velev ki haklı olarak– söz söylememek üzere Mansur’a sıkı tembihte bulunmak suretiyle meseleyi halletmeyi uygun görmüştü.
İşte bu iki vaka Mansur Bey’i mektepte güç bir durumda bırakmıştı. İdare memurunun bundan sonra Mansur hakkındaki muameleleri tehlikeli bir madde hakkında lazım olan muameleye benzerdi. Mansur da nezaketinden kusur olmadığı için keder etmezdi.
Ya mektep arkadaşları?
Onlar Mansur’u nasıl kabul etmişlerdi?
Mansur şahsen yakışıklı ve çekiciydi. Bunun için önceleri tereddütsüz kendisine yakınlık ve sevgi göstererek laubalice görüşmeye başlamışlardı. Fakat nezaket ve hürmet dairesinin birazcık dışına çıkan bir iki arkadaşının parmakları hızlıca yandığından uzak dururlardı.
Dersçe ve oyunca geri bulunanlar, himayesinden emin olarak samimiyet göstermişlerdi. Dersçe başarılı olanlar ile yaramazlar ise Mansur’a emelleri önünde en büyük bir engel gözüyle bakarak kıskançlık beslerler ve kendisiyle temastan kaçınırlardı.
Yalnız arkadaşlarından biri, yani Henri, (Duplesse) kendi itibar ve haysiyetini oldukça muhafaza ederek yakın bir dostluk ve münasebet kurmaya muvaffak olmuştu. Mansur, Henri’yi kabiliyetli, vakarlı, doğru yürekli olduğu için cidden sever ve hürmet ederdi, öteki de büyük bir iftiharla hemen karşılık göstermişti.
Hatta Mansur ile Henri oyun ve jimnastik esnasında birbirlerine karşı birçok şaka ederek gülüşürlerdi. Şakaları çok defa karşılıklı keskin sözler söylemekten ibaret kalırdı.
Bir gün bahçede otururlarken arkadaşlarından biri düşüncelere dalmış olduğu görülen Mansur’un alnını yoklayarak:
“Lakin Mansur! Alnın ne kadar büyüktür. Ona bakarken ‘place de la Concord’3 diyeceğim geliyor!” demişti. Çocuklar gülüştüler.
Mansur:
“O hâlde kendine de Pigma4 demelisin!”
Kahkahalarla gülen Henri de:
“Bana kalırsa ‘Place de le Concorde’ değil, ‘Place de L’Utopie’5 dedi.
Çocuklar daha beter güldüler. Mansur bile gülmekten kendini alamadı.
“A, bravo, bravo! Tabir, bizim ‘Büyük Sahra Filozofu’nun bile hoşuna gitti.”
“Evet, Henri pek güzel söyledi. ‘Ütopya Meydanı’dır.” diyerek tekrar ettiler.
O günden itibaren Mansur’un “Büyük Sahra Filozofu” lakabına “Ütopist” lakabı da ilave olunmuştu.
Mansur, İslamcı temayülleriyle beraber Osmanlıcı temayüllere kapılmış olduğunu bir türlü arkadaşlarından saklayamamıştı. Bunun için de “paşa olmak istiyorsun” yolunda az sataşma yapılmamıştı.
Fakat dedik ya, alay ve sataşmalar hiçbir vakitte belli bir ölçüyü aşamazdı. Çünkü lüzumundan fazla uzamaya heveslenmiş olan dili, Mansur yalnız şiddetli bir bakışla yutturuyordu.
Bu suretle altı sene beraberce geçmişti. Mansur üniversiteye girmek için lazım olan diplomayı almak üzere bulunuyordu. Fakat hangi bölümü seçeceği hakkında henüz kesin bir karar verdiği yoktu.
Bu hususta bir gün Henri’ye danışmıştı. Henri, kendisinin tıp fakültesine girip doktor olmak arzusunda bulunduğunu, lakin babasının politeknik okulu için ısrar ettiğini söylemişti. Zaten Mansur da Paris Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi’ne girmek istiyordu.
“Doktor her memleket, her cemiyet için yararlı bir insan olabilir.” diyordu.
Henri’nin de tıbbı tercih ettiğini görünce artık tereddüt etmeye lüzum görmemişti.
Mansur, politikaya düşkündü. Lakin politikacılar için cemiyette kısa zamanda geçimini sağlayabilecek bir mevki kazanmanın zor olacağını tahmin ediyordu. Fazla olarak doğuştan kabiliyeti sayesinde ders için pek az vakit ayırarak geri kalan vaktini tarihe, iktisada, hukuka ve umumiyetle politikaya dair eserleri okumaya vermişti.
Bunun için Paris Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi’ni seçmekle beraber Paris’te eksik olmayan politika konferanslarına da devam edebilecekti. Şimdiye kadar bu husustaki tecrübelerinden aldanmamıştı.
Altı ay sonra Mansur, üniversitede ders veren Paris’in en meşhur hocalarının bilhassa dikkatlerini çekmiş seçkin öğrencilerin en birincilerinden sayılıyordu.
Tahsilini tamamladıktan sonra bir müddet bekleyip “doktora” imtihanını vermiş ve kendisine “medar-ı iftihar” gözüyle bakmakta olan hocalar tarafından ders muavini tayin olunması için yapılan teklifleri –ki arkadaşları için ideal sayılır– dahi reddederek İstanbul’a doğru yola çıkmıştı.
Şafak sökmüş, pencerelerden giren aydınlık, mumun ışığını sönük göstermeye başlamıştı. Mansur Bey hâlâ otelin odasında duvardan duvara gezinip duruyordu.
Mansur’un gözü duvarda asılı olan aynadaki kendi hayaline ilişti. O da durmadan hızlı