İstiladan sonra Fransa hükûmeti bu kahraman aile fertlerinin gönüllerini kazanmak için birçok yaranma göstermişken az bir şeye muvaffak olmuştu.
Mansur Bey’in babası Ebulmansur, güney diyarına sığınarak, teşebbüs ve gayretiyle toplanan millî kuvvetlerin başına geçmiş ve hücumlarıyla Fransız tümenlerini birçok rahatsız etmişti. Bu gibi hücumların birinde Ebulmansur şehit olduğu vakit Mansur Bey üç yaşını henüz doldurmamıştı. Başka kardeşi de yoktu. Bunun için, zaten Çerkez cariyesi olan annesi ciğerparesini dünyasına bedel tutardı.
İbni Galibler, Araplaşmış Türk ve Osmanlı asıllıydılar. On yedinci asırda Cezayir valisi bulunan Abdullah Paşa, emektarlarından Kütahyalı Ahmed Ağa’yı, hizmetine mükâfat olarak Güney sınır bölgesine tayin etmişti. O vakit hemen hemen devamlı olan Avrupa savaşları, Cezayir ile haberleşme ve mektuplaşmayı zorlaştırdığı için çocukken Macaristan’dan esir olarak gelip Müslüman olan Abdullah Paşa, böyle bir fırsattan istifadeyle o zaman henüz kapanmamış bulunan o kötü zorbalık yoluna sapmıştı. Ahmed Ağa o vakit efendisini terk ile sözde devlet adına olarak idaresi altına verilen bölgeleri kendi başına idare etmeye başlamıştı.
Ahmed Ağa’ya “mütegallib” (zorba) dedikleri gibi evlatlarına “İbni Mütegallib” (zorba oğulları) demişlerdi. Lakin bu lakaptan hoşlanmadıkları için onu “İbni Galib”e değiştirmeye muvaffak olmuşlardı.
Mansur Bey’in dedesi bulunan İbni Galib’in dört oğlundan Ebulmansur üçüncüsüydü. Mansur Bey’in en küçük amcası Mehmed el-Muzaffer de iki sene sonra babası gibi şehit olmuştu. Onun neslinden de, Mansur Bey’den bir sene sonra doğmuş Zehra adında bir kızdan başka kimse kalmamıştı.
Meşhur âlimlerden bulunan ikinci amcası Şeyh Salih el-Magribî, istilanın ilk zamanında Cezayir’i terk ederek ailesiyle beraber Hilafet merkezine sığınmıştı.
Yalnız büyük amcası Ahmed el-Nasır, elden kaçırdığı beyliği geri almak hırsıyla bir türlü memleketi terk etmek istememiş ve ilk mağlubiyetin ertesinden itibaren Fransızlara yaranmak yoluna sapmıştı. Bundan dolayı Fransızların itimatlarını kazanmış ve servet ve mevkice yükselerek Cezayir şehrinin içine yerleşmişti. Saray gibi konağı ve debdebesi dikkatleri çekiyordu. Fakat bu parlak yüzün bir astarı vardı ki oldukça çirkindi ve ailenin diğer fertlerininkinden kalınca olduğu bir yığın tecrübeyle anlaşılmış olan vicdan zarını bile arada sırada sarstığı olurdu. O da, Fransızlara samimiyet ve alçak gönüllülük göstermesinden dolayı akrabasıyla din kardeşlerinin kendisinden nefret etmeleri hususuydu. Hatta bazı tabir meraklıları, Ahmed el-Nasır yerine “Ahmed-el Nasranî” lakabını işittirmeye çalışırlardı.
Sülalenin diğer emektarları gibi Mansur ile Zehra da anneleriyle beraber Ahmed el-Nasır’ın evine sığınmışlardı. Çünkü Fransızlar memleketlerindeki mallarına el koymuşlar, evlerini yakmışlardı. Buna karşılık, Ahmed el-Nasır’ın aracılığıyla Fransa hazinesinden geçinmelerine fazlasıyla yeten maaşlar bağlanmıştı.
Ahmed el-Nasır tek koruyucuları bulunmak iddiasıyla onları evine aldığı gibi, maaşlarını da kendi maaşıyla beraber alır ve sarf ederdi.
Konağına gelen giden çok bulunurdu. Bilhassa Fransız subaylarıyla madamları eksik olmazdı. Ahmed el-Nasır da madamlarla görüşmeye pek arzulu bulunduğundan biraz Fransızca ile kâğıt oyunlarını öğrenmişti. Bunun için selamlık salonunda piyano sesiyle eğlence gürültüsü, yanı başındaki küçük odada da oyuncularla çevrili kumar masası eksik olmazdı.
Bundan dolayı Ahmed el-Nasır tabii olarak gelen gidenle görüşecek olan üç çocuğuyla onlardan ayıramadığını göstermekten zevk duyduğu Mansur ile Zehra’yı şanına göre yetiştirmek lüzumunu hissederek bir Arapça hocasından başka bir matmazel ile bir mösyö daha tutmuştu. Bu suretle konağın bir köşesinde sanki beş kişilik bir mektep sınıfı açılmış bulunuyordu.
Mansur o vakit yedi, Zehra da altı yaşlarındaydılar.
Ahmed el-Nasır’ın dokuz yaşında olan oğlu ile yedi ve altı yaşlarında bulunan iki kızı yaradılıştan sevimli çocuklardı. Olmasalar bile “efendizade” olmak dolayısıyla tabii sevilecek, hürmet edilecek, huysuzluklarına varıncaya kadar her şeylerine katlanılacaktı.
Zaten her vakit yanlarında bulunan matmazel de bunu icap ettirecek derecede “vazifeşinas”tı.
Bunun için üç kişiden fazla olan bir çocuk topluluğunda yer etmesi tabii olan hücum ve alaylara zavallı Zehra hedef olmuştu.
Önceleri Mansur’u sarakaya almak istemişlerdi. İlk bakışta ondan uygunu da yoktu. Çünkü tabiatındaki durgunluk ile büyük adamda olsa ciddiliğe verilecek ağırlık, buna güzel bir zemin olabilirdi. Fakat Mansur’dan gördükleri bir iki şiddetli karşılık arkadaşlarının bu husustaki heveslerinden bir eser bırakmamıştı.
Zehra alaya layık mıydı?
Belki. Hırçın, yaramazdı. Üstünü, başını iki saat olsun temiz görmek kabil değildi. Sınıfta oturur fakat aklı fikri tavuklarıyla kuzularındaydı.
Ders bittiğinde Mansur ile Zehra matmazelden ayrılıp kendi bölüklerine gitmeye izinliydiler. Mansur bazen bundan faydalanarak gidip annesini kucaklar, öper, bazen de odalarda, sofalarda kendi kendine gezinirdi.
Zehra ise hemen sevgililerinin kümeslerine, ahırlarına kadar koşardı. Dönüşte seyahatinin izleri ellerinde, eteklerinde belli olduğu için, hoca gelinceye kadar arkadaşlarının hep birden şiddetli hücumuna uğrardı. Bazen gözlerinden akan yaşlarla karşı koymaya ve kendini korumaya mecbur olduğu bile görülürdü. Fakat Arapça devam eden bu savaştan habersiz bulunan matmazel, gözyaşları gibi uygunsuzluk alametlerini görünce müdahaleye lüzum görerek Zehra’yı derhâl sorguya çekmekte kusur etmezdi. Fakat Zehra bir defa olsun bunun sebeplerini açıklayarak kendisine saldıranların cezalandırılmasını beklememişti.
Zehra hücumlara karşı kendini korumaya çalışırdı.
“Ders bittikten sonra kuzularıma ot, tavuklarıma yem veriyorsam dersi sizden iyi ezberlemekten geri kalmıyorum ya! Biçare hayvanları açlıktan öldürmeli mi?” derdi.
Hakikaten ders hususunda Zehra gittikçe açılarak dille tecavüzlerde şimdiye kadar tarafsız kalmış bulunan Mansur’u bile kızdırmaya başlamıştı.
Mansur küçüklüğünden beri biraz kibre, bencilliğe meyilli olduğunu göstermekteydi. Yaradılıştan kalbi pek merhametli, yumuşak idiyse de, Çerkez dağlarında doğmuş, İstanbul’da büyücek bir ailede büyümüş, en sonra Ebulmansur gibi kahramanlığına mağrur bir yiğide eş olmuş olan annesinin üzerindeki tesiriyle, Mansur’un ahlakında bazı uygunsuzluklar görülüyordu.
Çünkü annesi, Mansur’un yaşına ve mevkisine bakmaksızın, babasının amcasından nefret etmiş olduğu, amcası yanlarına almışsa merhametinden almayıp tahsis olunan maaştan istifade ve miras payını kendi üzerine geçirmek için aldığı, kendileri için İstanbul’daki amcaları Şeyh Salih Efendi’nin yanına gitmek daha uygun olacağı vesaire hakkında birçok söz söylerdi.
Bu sözlerin içinde doğru olanı da olmayanı da vardı. Fakat en doğrusu, annesinin alıştığı İstanbul’a, her ne olursa olsun gitmek arzusunda bulunduğu noktasıydı.
Evet, Mansur’un annesi İstanbul’u arzu ederdi. Türkçeyi güzel konuşup okurdu. Hâlbuki Arapça’da henüz serbest lakırtı etmeyi bile öğrenememişti. Bu sebepten olarak Mansur beşikten beri annesiyle Türkçe konuşarak doğru Türkçeyi öğrenmişti. Altı yaşındayken yine o sayede Türkçe okumaya muvaffak olmuştu.
Mansur