“Nereden ümit edeyim? Göze yasak mı olur?”
“Olur! Yasak denilen şey göze dahi olur. Hem de el malıdır.”
“Acayip! Yeni yeni hikmetler mi icat ediyorsunuz?”
“Hikmet denilen şey hakikat demektir. Hakikat ise ezelî ve ebedî olan Cenabıhakk’a mahsustur. Zaten Cenabıhak dahi bizzat bir hakikat değil midir?”
“Ha oğlum ha! Birdenbire ne kadar derinleştik?”
“Derinleşmek demek ne demek? Derini sığı var mı?”
“Acayip! Şimdi göze yasak olacak ha? Bu yasağı kim etmiş?”
“Benim kendi vicdanım!”
“Ne o? Korkarım sen aklını bozuyorsun Necati! Gerçi seni bir filozof adam tanır idiysem de mecnun tanımazdım. Toptaşı, nah işte şurada yakındadır.”
“Sana bir şey sorayım da deli divane ben isem sen beni Toptaşı’na gönder. Yok, haksız sen isen ben yine seni ayıplayamam. Fakat insafın önünde sen kendi kendini muhakeme et.”
Behçet Bey arkadaşının hemen habbeyi kubbe edercesine bahiste ileriye vardığını görünce bir aralık durup dikkatle yüzüne baktı.
Bu dikkatini Necati dahi fark etti ve dedi ki:
“Hayır, hayır! Telaş etme! Maksat eğlence değil mi? Seni ben bir hakikate vâkıf edeceğim. Şu kadının yüzüne bakmak sence bir faydadır ya! Bir kârdır. Bir nimettir.”
“Öyle ya! Böyle güzel kadınlara ‘göz kapan’ demezler mi? Onlara baktığı zaman insanın gözleri güzelleşir, parlaklaşır. Bu ise büyük bir istifadedir.
Hâlbuki her istifade bir kıymet, bir ücret karşılığında yapılır. Vapura binmek dahi bir istifadedir ama bilet parası verilmeli. Hele iyi bir mevkide oturmak daha ziyade bir istifadedir ama bir kuruş fazla vermeli. Ya şu kadından ettiğin veyahut edeceğin istifade için ne kıymet takdir ettin? Kaç para verdin?”
“Edeceğim istifade için mi? Oo! Onun kıymeti epeyce ziyadedir.”
“Zevzekliğe mahal yoktur Behçet! Şu göz alıcı kadını temaşadan lezzet almak ve istifade için ne verdin? Veyahut ne vereceksin!”
“Zevzeksin be Necati! Panorama mı temaşa ediyoruz?”
“Panorama temaşa etsen bu kadar lezzet alır mıydın? Hâlbuki en adi bir panorama için dahi kırk para temaşa ücreti alırlar.”
“Öyle ise sorunuz hanımefendiye de temaşa ücreti ne ise verelim.”
“Hayır, hanımefendi kendisini temaşa ettirerek ticaret etmeye çıkmamış!”
“Öyle ise beni ne hakla menediyorsun?”
“Sen kendi kendini hakka riayet mecburiyetiyle menetmelisin! Düşünmelisin ki bu kadının mutlaka bir sahibi vardır. Herif karısını giydirmiş, kuşatmış, süslemiş, donatmış. Fakat senin için değil. Ancak kendi zevki için! Şimdi sen ona kötü nazarla bakacak olursan âdeta herifin kendisindeki akçeye göz dikmiş olursun. Bu ise feci bir hırsızlık değil midir?”
“Ya bu hanımın bir sahibi yoksa? Ya mutlaka erkekler bana baksınlar diye giyinmiş, kuşanmış, süslenmiş, bezenmiş ise?”
“O hâlde kendisini bir panorama ederek el âleme temaşa ettirmekle ticarete çıkmış sayacaksın, değil mi? Hâlbuki bu kadın kendi hakkında öyle bir hüküm verebilmesi için hiçbir kimseye cesaret verecek bir hâl ve tavırda bulunmadı.”
Necati bu sözleri latife suretiyle değil; âdeta pek ciddi olarak söylüyordu. Dolayısıyla bir zamana kadar bu sözleri şaka sayan Behçet dahi sözün ciddileştiğini görünce dedi ki:
“Ee, ne yapalım canım? Gözlerimizi yumalım mı?”
“Hayır, yummayalım da! Fakat bizim kendi elimizde olmayan bir kadına o kadar arzuyla ve istekle bakmayalım. Bu kadına sadece bir bakış, vicdanen ve hikmeten yasak değildir. Bir güzel arabaya bakıldığı gibi bir güzel kadına dahi bakılır. Fakat göz ile süzer derecesinde hırsla, büyük bir arzuyla bakmak hukuken ve hikmeten uygun değildir. Hem de sende birazcık mertçe hasletler varsa böyle bakışların erkeklik gayretine de yakışmayacağını hükmedersin. Zira gönlün böyle bir kadını hakikaten beğenip sevmiş olursa ve o kadına ulaşmak mümkün olmazsa o hâlde onun sahibiyle kıskançlık derecesinde bir rağbete girersin ve her gün bu kıskançlık ile için yanar durur. Sen ağzının sularını akıtmakla kalırsın. Onun sahibi ise o nazlının ve güzelin sefasını sürer. Böyle olmaktan ise o kadına hiç hırslı ve hevesli bir nazarla bakmamak hikmete daha muvafık düşmez mi?
Söz bu dereceyi buluncaya kadar vapur dahi Kız Kulesi’ni geçmişti. Hâlbuki uzun boylu güzel hanım ta kıç üzerinde öyle bir vaziyetle oturmuştu ki Behçet Efendi oturduğu yerden hanımı görüp temaşa edebilmekteydi. Dolayısıyla Necati’yi susturmak için dedi ki:
“Hakikaten hikmete muvafık söz söylüyorsun kardeşim! Fakat çözülmesi zor bir meslek-i hikmet!”
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
BİR TAKİP
Uzun boylu güzel hanım, kıç üzerinde oturmuş ve eline bir de sigara alıp yaşmağını sıyırmış olduğu hâlde Marmara denizi üzerine doğru nazarlarını çevirmişti. Aralıkta bir kere erkekler tarafına da bakarak kendi gözü, bazen Behçet Bey gibi bazı erkeklerin gözleriyle karşılaştığı hâlde öyle pek mahcup bazı kadınların yaptıkları gibi gözlerini indirmiyor ve erkeklerin gözleri içine bakmakta dahi bir endişe duymuyordu.
Kadının şu serbest tavrı Behçet Beyin ümidini arttırdı. Kendi kendisine dedi ki:
“Ahmak Necati! Sen artık ne kadar hikmetli laflar edersen et! Bu servi boylu olan güzel hanım, senin anladığın gibi değil. Âdeta kendisini erkeklere beğendirmek için kendisine çekidüzen vermiş olduğundan yüzüne bakmak ve kendisine dikkat etmemek kadının arzularına mugayir düşüyor ve asla memnuniyete de sebep olmuyordu. Böyle kadınlar erkeklerin dikkatli nazarlarına ne kadar mazhar olurlarsa kendilerini o kadar bahtiyar sayarlar.”
Necati Efendi hâla arkadaşına hikmet dersi vermeye çalışıyor ve Behçet Bey onun söylediklerini hiç de kulak vermediği hâlde ara vermeden diyordu ki:
“Erkek kısmı alicenap olmalıdır. Tokgözlülük dahi alicenaplığın birinci şartıdır. Bir insan görsen ki karşısında meyve yiyen bir adama dikkatli gözlerini dikerek ağzını sulandırıyor, bu arsız herife ‘insan’ ismini layık görür müsün? Heyhat! Karşısındaki adamın meyve yemesine öyle hasretli bir nazarla bakacağına kendisi dahi kudreti yettiği kadar meyve alıp yesin. Karı meselesi dahi aynen böyledir. Güzel karılara karşı ağzının suyunu akıtmaktan ise hâline göre bir kadın dahi sen alıp sefana bakarsın. Bu hakikati görmek için uzun uzadıya felsefe ilmi okumaya gerek yoktur. Zihni yerinde, vicdanı doğru olan herkes ne kadar cahil olursa olsun bu hakikati görüp takdir edebilir.”
Necati Efendinin şu yoldaki felsefi düşüncesi Behçet Beyin kulağına bile girmediğini anladınız ya?
O dahi kendi kendisine diyordu ki:
“Şimdi şu hanım kimin nesi olduğunu öğrenmeksizin bu görüşmeyi ilk ve son görüşme sayarak hemen yoluma gidiverecek miyim? Ne mümkün? İstanbul denilen şehir, malum sınırlar ile çevrili bir kaptır. Bu kadın da billur kavanoz içindeki balık gibi o kabın içinde muhafaza edilip sınırlı yerlerde gezen bir vücuttur. Ne kadar gezmiş dolaşmış olsa bu kaptan dışarıya çıkamayacağı da malumdur. Bu hâlde yapılacak tek şey kendisini takipten ibarettir. Ben ne yapar yaparım Necati’yi baştan savıp şu