5. Bölüm
Nehir ve Dağ
Sonraki işim nehre inmekti. Boyundan gördüğüm geçidin izini kaybetmiştim ama bulmamı mümkün kılacak bazı notlar almıştım. Yaralı ve gergindim. Ayrıca üç haftadan fazla süredir sert yüzeyde yürümüş olduğumdan botlarım çürümeye başlamıştı; ama sanki giyildiği günkü gibiymiş gibi ciddi tehlike atlatmadan nehre inebildim. Yolumu daha kolaylamıştım.
İki saat içinde çalıların az olduğu çam ormanına girdim ve başka bir uçurumun kıyısına gelinceye kadar hızla indim. Epey tehlikeli oldu ama nihayet bunu da atlattım. Saat üç ya da beş civarı kendimi nehir yatağında buldum.
Diğer taraftaki vadi sırtına bakarak yaptığım hesaplamaya göre üzerinde olduğum sırt dokuz bin fitten yüksek olamazdı ve şu an inmekte olduğum nehir yatağı da deniz seviyesinden üç bin fit yukarıdaydı.
Su inanılmaz bir şekilde akıyordu ve her milde bir 40-50 fitten alçak olmayan şelaleler vardı. Bu, kesinlikle ustamın sürüsünün otladığı yerden kuzeye doğru akan nehirdi ve bildik yerlere gelmek için aşılmaz boğazı geçmek gerekiyordu; tıpkı o ülkenin diğer nehirlerindeki gibi. Ovalardaki boğazdan çıktığı noktada deniz seviyesinden yaklaşık iki bin fit yüksekte olmalıydı.
Dere kenarına varır varmaz bu durum sandığımdan daha az hoşuma gitti. Nehir ana buzullara yakın ve çamurluydu. Akıntı çok geniş, sürekli ve sertti; hatta deniz kenarındaki gibi küçük taşların suyun altında birbirine çarpma seslerini duyabiliyordum.
Geçiş söz konusu bile değildi. Hem yüzüp hem de erzakımı taşıyamadım ve çıkınımı bırakmayı da göze alamadım. Tek şansım ufak bir sal yapmaktı ama onu da yapması zor olurdu ve yapılsa da pek de güvenli olmazdı; böyle bir akıntı yalnız bir kişiye göre değildi.
O akşam başka bir şey yapmak için geç olduğundan geri kalan vaktimi nehrin kenarında aşağı yukarı gezinerek ve en uygun geçiş yolunu nerede bulabileceğimi araştırarak geçirdim. Sonra erkenden kamp kurdum ve müziksiz, sessiz, rahat bir gece geçirdim. Benim hayal gücümden başka bir şey olmadığını bildiğim hâlde önceki akşamın heyecanıyla bana Chowbok’tan duymuş olduğum sesi hatırlatan müzik sesi bütün gün aklımdan çıkmadı.
Ertesi gün etrafta bolca bulunan ve yaprakları şeritlere ayrıldığında en güçlü ip kadar kuvvetli olan süsen ya da zambak görünüşlü bitkinin kuru saplarını toplayıp birleştirmeye başladım. Bunları su kenarına taşıdım ve kendime sert bir platform yapmaya koyuldum.
Sazlar on ya da on iki fit uzunluğunda ve çok güçlüydü ama hafif ve delikliydi. Salımı, yığınlarca sazı aynı bitkinin yapraklarından şeritlerle bağlayıp diğer filizleri karşılıklı düğümleyip doğru yönlerde düzgün ve kuvvetlice birbirine doğru bükerek yaptım. Bitirmemneredeyse saat dördü buldu ama hâlâ karşıya geçmek için yeterli gün ışığım vardı ve bunu bir an önce yapmaya karar verdim.
Nehrin daha geniş ve nispeten daha durgun olduğu, azgın akıntılı yerden yetmiş seksen metre yukarıda bir yer seçmiştim. Bu noktada salımı yaptım. Suya indirdim, çıkınımı ortaya koydum ve elime en uzun sazlardan birini alarak bindim; böylece nehrin sığ yerlerinde kendimi iterek ilerleyebilirdim.
Kıyıdan yirmi otuz metre kadar gayet iyi ilerledim ama bu kısacık mesafede bile bir yerden diğerine geçerken neredeyse salımı deviriyordum. Sonra su birden çok derinleşti, olduğum yerde kalmak amacıyla tahta çubuğu dibe bastırmak için sıkıca asıldım ve birkaç saniye bu şekilde kaldım. Çubuğu yerden çektiğimde kendimi şiddetli akıntıyla aşağılara doğru sürüklenirken buldum.
İkinci akıntıyla salın üstünde kontrolümü tamamen kaybettim. Telaş, gürültü ve sonunda beni alabora eden sulardan başka hiçbir şey hatırlayamıyorum. Ama sonra her şey düzeldi ve kendimi kıyıya yakın, en fazla dizlerime kadar gelen suda salımı karaya çekerken ve -ne mutlu ki- ulaşmaya çalıştığım nehrin sol kıyısında buldum.
Karaya çıktığımda başladığım noktadan bir milden belki biraz daha az aşağıda olduğumu fark ettim. Çıkınım ıslaktı ve ben sırılsıklamdım; ama haklı çıkmıştım ve biliyordum ki zorluklar bir süreliğine bitmişti.
Sonra ateş yaktım ve kurulandım; aynı zamanda nehir yatağında ve yakınında çokça bulunan birkaç ördek ve martı yakaladım. Böylece Chowbok beni bıraktığından beri ilk kez sadece güzel değil hem de çok canımın çektiği bir yemeğim olmuştu, üstelik yarın sabaha da kahvaltım hazırdı. O gittiğinden beri yetersiz beslenmiştim.
Chowbok’u düşündüm. Benim için ne kadar işe yarar olduğunu ve yokluğuyla ne kadar çok kayba uğradığımı, benim için şimdiye kadar hiç yapmamış olduğu şeyleri yaptığını ve kesinlikle benim yapabileceğimden çok daha iyi yapabileceğini…
Dahası onu Hristiyan yapmayı gerçekten çok istemiştim. O da zaten görünüşte benimsemişti Hristiyanlığı; ama bu dinin onun o anlaşılmaz aptal doğasında derin kökler salabildiğini sanmıyorum. Onu kamp ateşinin başında sorguya çekerdim ve anne tarafından bir başrahip torunu biri olarak babamın İngiliz Kilisesi’nde papaz olduğu gerçeğini söylemeden kendisine üçlü birliğin6ve gerçek günahların gizemlerini anlatırdım.
Bu nedenle bu görev için oldukça uygundum. Ayrıca Aziz James’in, “Günahkâr birini (Chowbok kesinlikle öyleydi.) dine yönlendiren kişi aynı zamanda onun birçok günahını da saklamalıdır.” sözünü hatırlayarak mutsuz bir yaratığı ızdırabın sonsuzluğundan kurtarma çabamın ötesinde, çok da istekliydim.
Bu yüzden Chowbok’un din değiştirmesinin, son zamanlardaki tatsız deneyimlerimin ve önceki hayatımdaki hiç de memnun olmadığım engeller ve düzensizliklerin bedeli olduğunu düşündüm.
Aslında bir keresinde onu vaftiz edecek kadar ileri gitmiştim ama daha önce hiç vaftiz edilmediğini -bundan sonra adının misyoner olarak William olduğunu söylemesinden- anladım. Bu, büyük ihtimalle katıldığı ilk ayindi.
Misyonerlik açısından ikincisini ve daha da önemlisi hem bebekleri hem de din değiştiren yetişkinleri vaftiz ettikten sonra gereken töreni yapmamanın büyük bir cahillik olduğunu düşündüm; ikimizin de maruz kalacağı riskleri düşününce daha fazla erteleme olmaması gerektiğine karar verdim.
Şükür ki saat henüz on iki olmamıştı, böylece onu maşrapalardan biriyle (bulabildiğim tek kap) vaftiz ettim ve bunun yeterli olduğuna inandım. Sonra onu inancımızın en derin gizemleriyle ilgili bilgilendirmeye ve sadece görünüşte kalmayan yürekten bir Hristiyan yapmaya karar verdim.
Şu bir gerçek ki Chowbok zor öğrenen biri olduğundan başarılı olamayabilirdim. Gerçekten de onu vaftiz ettiğim gün yirmi kez konyak çalmaya çalıştı ki bu da onu doğru şekilde vaftiz edip etmediğim konusunda beni huzursuz etti.
Kendisine bir misyoner tarafından verilen -yirmi yıldan eski-bir dua kitabı vardı, ama ona göre içindeki tek önemli şey; – kendini isminden büyülendiği Mary Magdalene’in7kimliğinden tamamen alamasa da- her seferinde çok duygulandığını söylediği ve gerçekten de ona manevi açıdan önemliymiş gibi görünen “Adelaide the Queen Dowager”8başlığıydı.
Aslında görünüşte duygusuz biriydi ama onu eşeleyerek kendi dinine olan inancını yok ettim ki