Yolculuğumuz sanırım üç mil kadar sürdü, ama boğazın biraz daha genişlemesi gün ortasını buldu ve vadiden küçük bir akıntı boğazın içine girdi. Kayalıklar duvar gibi indiği için ana nehirde daha fazla ilerlemek imkânsızdı; bu yüzden yan akıntıda ilerledik. Chowbok, halkının sözünü ettiği geçidin bir yerlerde olması gerektiğini düşünüyor gibi etrafı süzüyordu.
Kendimizi ve atlarımızı bu küçük akıntının aktığı sırta atana kadar, kayalar ve karışık otlar yüzünden sayısız tehlike atlattıktan sonra şimdi daha az tehlikeyle karşı karşıyaydık ama daha yorgunduk. O sırada bulutlar üzerimize alçaldı ve sağanak yağmur başladı. Üstelik saat altıydı ve on iki saatte altı mil yol yapmış olduğumuz için çok yorgunduk.
Eyerin üzerinde atlar için besleyici olan tohumlu ebegümeci, bolca çok sevdikleri anason ve marul vardı. Sonra atları salıverdik ve kamp kurmaya hazırlandık.
Her şey sırılsıklamdı ve biz soğuktan yarı donmuş hâldeydik; dahası çok da rahatsızdık. Çalılık bir yerdeydik ancak dalların ıslak kısımlarını soyup ceplerimizi kuru talaşla doldurana kadar ateş yakamadık. Onu da halledip ateşi bir kere yaktıktan sonra sönmesine izin vermedik; saat dokuz gibi çadırı kurduğumuzda nispeten daha kuru ve ısınmış hâldeydik.
Ertesi sabah daha iyiydik. Kamp malzemelerini kaldırdık ve kısa bir mesafe gittikten sonra aşağı doğru inerken yolun dünden daha az tehlikeli olduğunu fark ettik. Tekrar boğazın üstünde açılmış olan nehir yatağına varmalıydık. İlk bakışta burada otlak olmadığı açıkça ortadaydı, hatta nehrin iki yanında bodur ağaçlarla kaplı düzlükler ve kesinlikle değersiz dağlar dışında başka bir şey yoktu.
Ancak ana dağı görebiliyorduk. Bunda bir sorun yoktu. Buzullar dağdan aşağı şelale gibi düşüyor ve görünüşe göre dere yatağına yığılıyorlardı. Genişlemiş nehri izleyerek onlara ulaşmak pek zor olmazdı; ama ana dağ çok zorlu göründüğünden bunu yapmak çok anlamsız olurdu. Ayrıca aşağıdakinden daha bol maden olmadığı sürece, boğazın üstündeki ülkenin doğasına dair pek de merakım kalmamıştı.
Nehri yukarı doğru takip etmeye ve mecbur kalmadıkça dönmemeye karar verdim. Her koldan gidebildiğim kadar ileri gidecek ve altın arayacaktım. Chowbok beni bunu yaparken izlemekten hoşlanabilirdi ama asla bir yere varmadık, hatta altın renginde bir şey bile bulamadık.
Chowbok’un ana dağ ile ilgili hoşnutsuzluğu zamanla yok olmuş gibi görünüyordu; oraya yaklaşmak konusunda itiraz etmedi. Sanırım benim orayı geçmeyi denememde bir tehlike olmadığını düşünüyordu ve bu tarafta hiçbir şeyden korkmuyordu; üstelik altın bile bulabilirdik. Gerçek şuydu ki benim oraya çok yaklaştığımı görürse ne yapacağına karar vermişti.
Keşifle üç hafta geçirdik. Daha çabuk ilerlemenin bir yolunu kesinlikle bulamadım. Hava gündüz iyi, geceleri ise çok soğuktu. Biri hariç, bizi en azından ip ve daha büyük bir ekip olmadan aşılamaz görünen bir buzula götüren her akıntıyı izledik.
Çoktan denemiş olmam gereken tek bir akıntı kalmıştı. Chowbok bir sabah ben uyurken erkenden kalkıp o akıntıdan üç dört mil çıktığını ve daha ileri gitmenin imkânsız olduğunu gördüğünü söylemişti.
Uzun süre önce onun büyük bir yalancı olduğunu fark ettiğimden kendim gitmeye kararlıydım. Gittim de. Zor olmak bir yana oldukça da kolay bir yolculuktu; beş altı mil sonra kalın karla kaplı bir sırt gördüm; buzlanmamıştı ve ana dağın bir parçası gibi görünüyordu.
Mutluluğumu kelimelerle ifade etmek zordu. Kanım coşku ve umutla kaynıyordu; arkamda olan Chowbok’a baktığımda hızla vadiden aşağı inerek geri döndüğünü görünce çok şaşırdım. Beni bırakmıştı.
4. Bölüm
Dağın Sırtı
Ona seslendim ama duyamayacağı kadar uzaktaydı. Arkasından koştum fakat çok ilerlemişti. Sonra bir taşın üzerine oturup etraflıca konuyu düşündüm. Şu açıktı ki Chowbok beni bilerek bu vadiden uzak tutmaya çalışmıştı ama yine de benimle her yere gelme konusunda gönülsüz davranmamıştı.
Eğer bu büyük dağ sıralarının gizeminin aralanacak olduğu doğru rotada olmasaydım gitmezdi. Gidişi başka ne anlama gelirdi? Öyleyse ne yapmalıydım? Doğru izde olduğum açıkça belliyken geri mi dönmeliydim? Ustamın yerine geri dönmek de yanımda kayalık boğazı geçerken tehlike anında yardım edecek kimse olmayacağından bir bu kadar tehlikeli olacaktı. Diğer yandan tek başıma az bir mesafe bile ilerlemek de çılgınlığın ta kendisiydi.
Yanında biri varken önemsenmeyecek kazalar (mesela ayak burkulması ya da bir ip uzatılarak kolayca kurtulabileceğin bir yere düşmek) tek başınayken ölümcül olabilirdi. Düşündükçe bu fikirden daha da soğudum; ama yine de vadinin başındaki yere baktıkça dönmeyi daha az istedim ve pürüzsüz karlı yüzeyinin nispeten daha kolay geçilebileceğinin farkına vardım. Olduğum yerden zirveye olan yolculuğumu gözümün önüne getirebiliyordum.
Epey düşündükten sonra gerçekten tehlikeli bir yere gelinceye kadar gitmeye, olmazsa da dönmeye karar verdim. Bu şekilde davranmalıydım; öyle ya da böyle boyuna çıkıp diğer tarafta ne olabileceği ile ilgili olarak kendimi tatmin etmeliydim.
Saat sabahın on ile on biri arası olduğundan kaybedecek vaktim yoktu. Neyse ki donanımlıydım, alışkanlıklarıma uygun olarak kampı ve atları vadinin aşağı ucunda bırakarak önümdeki dört beş gün için kendime gerekli olan her şeyi temin etmiştim.
Erzakın yarısını Chowbok taşıyordu ancak tahminime göre ben arkasından koştuğumda çıkınını düşürmüştü. Tahminim doğru çıkmıştı. Bu çıkını da yanıma aldım. Böylece taşıyabileceğim kadar çörek, biraz tütün, çay ve birkaç kibrit aldım.
Bütün bu erzakı -Chowbok ele geçirmesin diye cebimde taşıdığım kanyak dolu termosla beraber- battaniyemin içine sardım ve uzunluğu yedi fit, çapı altı inç olan uzunca bir rulo yaparak sıkıca bağladım. Sonra iki ucunu birleştirip boynuma doladım ve tek omzumun üzerine aldım. Bu, ağır bir yükü taşımanın en kolay yoludur, böylelikle yükü bir omuzdan diğerine aktararak dinlenebilirsiniz.
Maşrapamla küçük bir baltayı belime bağladım ve bu ekipmanla, Chowbok tarafından kandırıldığım için sinirli ama zorunlu olmadıkça dönmemeye kararlı bir şekilde vadiyi tırmanmaya başladım.
Bir sürü sığ yer olduğundan akıntıyı zorlanmadan birkaç kez geçtim. Saat birde atın üstündeydim ve son iki saati, ilerlemenin daha kolay olduğu karda olmak üzere tam dört saat tırmandım; on dakika sonra, şimdiye kadar hiç hissetmemiş olduğum kadar büyük bir heyecanla zirvedeydim.
Bir on dakika sonra da diğer taraftan gelen soğuk hava üstümden geçti. Bir baktım ki ana dağda değilim. Bir daha bakınca orada dehşet verici bir nehir gördüm; çamurlu ve inanılmaz derecede kızgındı, binlerce fit altımda geniş yatağında gürlüyordu.
Nehir batıya doğru akıyordu ve vadinin yukarısını artık göremiyordum. Ancak nehrin kaynağını sarmış olan büyük buzullar vardı. Bir bakış daha attım ve hareketsiz kaldım. Tam karşımda dağda, içinden uzak mavi ovaların sonsuz uzantılarını gördüğüm bir kestirme yol vardı.
Kolay mı? Evet, oldukça kolaydı. Neredeyse zirveye kadar çimle kaplanmış, iki buzul arasında bir patika açılmıştı ve buradan dik yamaçlara doğru nehrin seviyesine kadar delicesine bir akıntı geliyor ve burada çim ve çalıların olduğu yerde bir düzlük oluşturuyordu.
Tam gördüklerime alışmışken vadiden diğer tarafa bir