Bunları yazarken işte tam da oradayım. Aşağıları görebildiğimi hayal ediyorum; kulübeleri, ovayı, uzaklardan gürleyen sularıyla sel yolu olan ıssız nehir yatağını… Of, harika! Harika! Üzerinde hüzünlü gri bulutlarla çok yalnız ve heybetli… Fakat dağ kenarında minik kalbi kırılıyormuş gibi meleyen kayıp kuzuyu çıkartacağı hiçbir ses kurtaramaz.
Ve işte derin, kaba sesi ve sevimsiz görünüşüyle cılız ve sönük yaşlı bir dişi koyun cezbedici otlaktan geri geliyor; şimdi, oluğu incelerken uzaktan yankılanan ağlama sesini duyabilmek için dikkat kesiliyor ve dinliyor.
İşte gördüler! Ve birbirlerine doğru koşuyorlar. Hay Allah! İkisi de yanılmış; koyun kuzunun annesi değil; hatta ne akrabalar ne de aynı cins. Soğukça ayrıldılar. Her ikisi de daha yüksek sesle ağlamalı ve daha çok dolaşmalılar; akşam karanlığında kendi aradıklarını bulmaları için şans onlarla olsun. Ama bu sadece bir hayal. İlerlemeliyim.
Kendimi nehrin ötesinde ikinci dağın ardında neler olabileceğini düşünmekten alıkoyamıyordum. Param yoktu ama eğer elverişli bir ülke bulabilseydim borç parayla idare edebilir ve kendimi başarıyı garantilemiş sayardım.
Dağ o kadar engin görünüyordu ki içinden veya üzerinden geçilecek bir yol bulma şansı varsa da daha kimse bu yolu keşfedememişti. Uzaktan erişilmez görünen bu koca dağdan çeşitli yerlere (hatta yüklü atlar için bile) geçiş sağlayan bir yol bulunsa ne harika olurdu; nehir o kadar büyüktü ki iç alanlara doğru sızıyor olmalıydı. En azından ben öyle düşündüm ve sonra herkesin koyunları içlere doğru sürmenin delilik olduğunu söylediğini hatırladım. Biliyordum ki sadece üç yıl önce bu şeyler, ustamın sürüsünün şu anda üzerinden geçtiği ülke için de söylenmişti.
Dağın kıyısında dinlenirken bu düşünceler kafamdan çıkmıyordu; günlük işlerimi yaparken sürekli aklımdaydı; ta ki artık daha fazla merak edeceğime, hasat bitince atımı eyerleyip yanıma da olabildiğince erzak alarak gitmeye ve kendim görmeye karar verene kadar bu düşünceler her geçen saat daha da kafamda büyüdü.
Bütün bu düşüncelerden çok daha büyük olan dağın ta kendisiydi. Ötesinde ne vardı? Ah! Kim bilebilir ki? Dağın arkasında -eğer varsa- yaşayanların dışında o dağın diğer tarafında ne olduğu hakkında dünyada en küçük bir fikri olan kimse yoktu, gerçekten. Dağı aşmayı ümit edebilir miydim? Bu kazanmak isteyebileceğim en büyük zafer olurdu; ama şimdi bunu düşünmek biraz fazla kaçıyordu.
Daha yakın dağı deneyip ne kadar ileri gidebileceğimi görebilirdim. Ülke bulamasam bile altın, elmas, bakır ya da gümüş de mi bulamazdım? Bazen akıntıdan su içmek için eğildiğimde kumun içinde küçük sarı zerreler görüyordum; bunlar altın olabilir miydi?
İnsanlar “Hayır.” dedi ve yine “Bolca bulunmadığı sürece altın bulunmuş sayılmaz.” diyorlardı. Bana kalırsa altına eş değer olduğunu düşündüğüm bolca kayrak ve granit vardı; burada kâr getiren miktarlarda olmasa da ana dağlarda bolca olabilirdi. Kafamı dolduran bu düşünceleri, aklımdan bir türlü çıkaramadım.
2. Bölüm
Yün Ambarında
Sonunda koyun kırpma zamanı geldi. Kırpıcılarla birlikte kendisine “Chowbok” ismini taktıkları, gerçek adı sanırım Kahabuka olan yaşlı bir yerli vardı. Yerlilerin bir çeşit şefi gibiydi, çok az İngilizce konuşabiliyordu ve misyonerler tarafından da oldukça seviliyordu.
Kırpıcılarla beraber olmasına rağmen yaptığı düzenli bir işi yoktu. Ama ağıllarda onlara yardım ediyormuş gibi görünüyordu. Asıl amacı ise kırpma zamanı bedava dağıtılan içkiden almaktı. Ama sarhoşken tehlikeli olmaya yatkın olduğundan ve çok azı bile onu sarhoş etmeye yettiğinden içkiden fazla almazdı. Birisi ondan bir şey almak istediğinde verilecek en iyi rüşvet içkiydi.
Ondan edinebildiğim kadar bilgi edinmeye karar verdim. Bunu yaptım da. Yakındaki dağlarla ilgili soru sorduğum sürece sorun çıkarmadı. Dediğine göre ilgi odağım olan dağda hiç bulunmamış. Bununla beraber kabilesindeki söylentilere göre orada koyun olmadığını, sadece bodur ağaçlar ve bir kaç kuru dere yatağı olduğunu söyledi. Ulaşması çok zormuş; ama yine de birisi bizim nehrin üzerinden olmak üzere dere yatağı boyunca olmasa da zorlu geçitler varmış; daha önce oralarda bulunmuş kimseyi görmemiş. Ancak ne zaman ana dağdan konu açtım o zaman Chowbok’un tavrı değişti. Kaçamak cevaplar vererek kaytarmaya çalıştı.
Birkaç dakika içinde anlayabildiğime göre, kabilesinde bazı söylentiler varmış ama hiçbir çaba ya da dil dökme bu konuda ondan tek kelime almaya yetmedi. Sonunda içkiyi ima ettim. Razı olur gibi oldu. Ama içer içmez sarhoş numarası yaptı ve uyumaya başladı ya da uyuyormuş gibi yaptı, sertçe tekmelediysem de yerinden kıpırdamadı.
Hem kendi içkimden olmuş hem de ağzından hiç laf alamamış olduğumdan sinirliydim. Ertesi gün hiçbir şey vermeden anlatmasını sağlamaya karar verdim.
Onun için; akşam kırpıcılar işi bırakıp akşam yemeklerini yerken kendi rom payımı maşrapayla alıp Chowbok’a beni odunluğa kadar takip etmesi için işaret ettim. O da kimse bizi fark etmeden hemen arkamdan geldi.
Odunluğa indiğimizde mum yağı yakıp eski bir şişeye sıkıştırdık ve yün balyalarının üzerine oturup tütün içmeye başladık. Yün deposu geniş bir yerdi, katedral planına benzer bir planla inşa edilmişti. Her iki yanda koyun ağıllarının olduğu koridorlar, en sonda kırpıcıların çalıştığı büyük bir göbek ve ilerisinde yün ayırıcılar ve paketleyiciler için bir alan vardı.
Antik yapılara benzerliği ile bana ferahlık hissi veriyordu (Bun yeni ülkelerde değerlidir.). Burası iki yıllıktı ama yine de biliyordum ki yerleşimdeki en eski yün ambarı yedi yıldan eski değildi. Chowbok bir an önce içkisini almak ister gibiydi ama ikimiz de gayet iyi biliyorduk ki bunu sonra alacaktı ve bu yüzden birimiz içki, diğerimiz ise bilgi için birbirimize karşı oynuyorduk.
Sertçe kapıştık. Beni iki saatten fazla süre yalanlarla alt etmeye çalıştı ama hiç ikna edici olamamıştı. Bütün bu süre içinde birbirimizle didişip durduk ama görünüşe bakılırsa henüz avantaj elde etmiş olan yoktu; ancak en sonunda onun pes edeceğinden emindim. Biraz daha sabredip hikâyeyi öğrenmeliydim.
İnsanın boşu boşuna sallayıp durmasına rağmen tereyağı hâline gelmeyen kaymağın -en azından- çıkardığı sesten donduğunun anlaşılabileceği ve sonra aniden tereyağına dönüştüğü soğuk bir kış günüydü.
Birdenbire, tek kelime bile etmeden iki balya yünü yere yuvarladı; çok güçlüydü. Bunların üstüne başka bir tanesini çaprazlamasına yerleştirdi. Boş bir yün paketini