Foma, bir iskemleye oturmuş olan babasına yaklaştı ve dizlerinin arasına sokuldu. Oğlunun omuzlarına koydu ellerini İnyat ve gülümseyerek gözlerinin içine baktı:
“Utanıyor musun?”
“Utanıyorum!” dedi Foma içini çekerek.
“Şu aptala bakın ya Rabbi! Kendini küçülttüğü yetmezmiş gibi benim de adımı kara çıkarıyor…”
Ve oğlunun başını alıp göğsüne yaslayarak saçlarını okşadı bir süre, sonra sordu:
“Başkalarının malını çalmak neye yarar?”
Şaşırmıştı Foma.
“Ne bileyim ben…” diye kekeledi. “Oynuyorsun.. oynuyorsun… hep aynı oyunlar, canı sıkılıyor insanın! O zaman da…”
“Birden mi bastırıyor bu sıkıntı?” diye sordu gülümseyerek İnyat.
“Birden…”
“Hımm… Öyle olduğunu kabul edelim. Ama bir daha bu türlü işlere katiyen burnunu sokmayacaksın Foma! Yoksa sana karşı başka şekilde davranırım ben de..”.
Foma, güven dolu bir sesle, “Bir daha hiçbir yere gitmem…” dedi.
“Kendi kendine hükmetmen güzel bir şey. İleride ne olacağını Allah bilir ama şimdilik pek kötü gidiyor sayılmazsın doğrusu! Bir adamın, kendi yaptığı işin sorumluluğunu yüklenmesi ve sonuçlarına razı olması çok iyi bir şey… Senin yerinde bir başkası olsa, arkadaşlarını ortaya sürerdi şimdi; oysa sen, ben o işi tek başıma yaptım, diyorsun. Ve daima böyle davranmak gerekir oğlum… Hünerine olduğu gibi, kusuruna da sahip çıkacaksın…”
Bir an sustuktan sonra, oğlunu göz ucuyla süzerek sordu:
“Peki… Çumakov seni dövmedi mi?”
Foma sakin bir sesle, “Yanına komazdım!..” dedi.
“Hımm…” diye homurdandı İnyat.
“Senden korktuğunu söyledim kendisine… Bunun için beni şikâyet etmiştir… Yoksa gelip de sana söylemezdi.”
“Nasıl, nasıl?”
“Elbette! Bu arada, babanıza saygılarımı söyleyin diyordu titreyerek…”
“Demek öyle diyordu? Emin misin?”
“Tabii.”
“Ah köpek! Gör bak işte insanların nasıl olduğunu. Soyar soğana çevirirsin, önünde iki büklüm eğilip saygılarını sunarlar sana!.. Diyelim ki bir kap iğini çaldın adamın; aslında benim için bir ruble kadar değerlidir onun gözünde o kapik… Ama burada önemli olan kapik değil, o kapiğin benim olması ve ben kendim onu gönlümden koparak vermeden hiç kimseye el sürdürmememdir… Oysa onlar, tam tersine!.. Konuş bakalım şimdi. Neredeydin, ne yaptın, anlat?”
Çocuk babasının yanına oturup o günkü izlenimlerini ayrıntılarıyla anlatmaya koyuldu. Oğlunun anlattıkça canlanan yüzünü dikkatle inceleyerek dinliyordu İnyat; ve bir an geldi, düşünceli bir edayla kaldırdı kaşlarını.
Çocuk anlatıyordu:
“Derede bir puhu kuşu ürküttük. Görsen ne eğlenceliydi! Bizden kaçmak için şöyle bir havalandı aptal, ama gidip pat diye bir ağaca çarpmaz mı! Nasıl ağlıyor, nasıl bağırıyordu görsen… Biz durur muyuz, bir daha kışkışladık ürküttük, yine havalandı aptal. Ve artık hep böyle oluyordu: Uçuyor, uçuyor, sonra pat diye çarpıyordu bir şeylere; üstelik o kadar şiddetli vuruyordu ki, tüyleri dökülüyordu! Oradan oraya çırpındı durdu dere yatağının içinde, nihayet bir köşeye saklandı… Biz artık aramadık bile, acıdık zavallıya. Oraya buraya çarpa çarpa pestili çıkmıştı çünkü… Puhular gündüzleri tamamıyla kör müdür baba?”
“Kördür evet…” dedi İnyat. “Hayatta da bazı insanlar vardır, gündüz puhu kuşları gibi, oradan oraya atılır dururlar… Yerlerini ararlar hep, önlerine çıkana toslayıp çarpar ve hiçbir sonuca ulaşamadan tüylerini dökerler! Durmadan acı verirler kendilerine, neleri varsa yitirir ve o çaresizlikleri içinde bir an dinlenebilmek için önlerine çıkan ilk deliğe girerler. Vay hâline bunların oğlum, vay hâline!”
“Peki ama niçin böyledir bunlar?”
“Niçin mi?.. Niçinini söylemek güçtür işte…”
Kimisi vardır, kibrinden körleşir; çok şey isterler hayattan ama beceriksizdirler… Kimisi de vardır, aptallıktan körleşir… Sebep çok, sözün kısası!”
Böylece, yavaş yavaş akıp geçiyordu Foma’nın hayatı. Günler günleri kovalıyordu. Heyecan bakımından yoksul bir hayattı bu aslında, tasasız ve sakin bir hayat… Bu yeknesak yaşama zemini üzerinde, bazen çocuğun duyarlığını bir saatliğine ayakta tutan güçlü heyecanlar beliriyordu ama sürmüyordu bunlar, ufalanıp kayboluyordu çabucak. Hayatın fırtınalı esintilerine karşı korunaklı, sakin bir göldü çocuğun ruhu henüz ve gölün yüzeyine değen ne varsa, ya uyuyan suyu bir an için kırıştırıp dibe gömülüyor ya da suyun dümdüz yüzeyinde bir zaman kaydıktan sonra geniş daireler hâlinde açılıp siliniyordu ortadan.
İlkokulda geçen beş yıl içinde, dört sınıflık ilk devreyi iyi kötü tamamlamıştı Foma. Sağlam yapılı bir delikanlıydı şimdi; siyah saçları, esmer bir yüzü, kalın kaşları vardı ve üst dudağı koyu bir tüy perdesiyle gölgelenmişti. Koyu renk iri gözleri, çocukça bir düşünce doluydu; tıpkı çocuklarınki gibi hep aralık dururdu dudakları. Ama arzularında bir engelle karşılaştığı veya herhangi bir şeye sinirlendiği zamanlar, göz bebekleri derhâl genişler, dudakları kasılır ve yüzü alabildiğine inatçı bir ifadeye bürünürdü. Vaftiz babası alaycı bir gülümseyişle, “Kadınlar için baldan da tatlı olacaksın oğlum Foma…” derdi hep. “Ama o güne biraz da kafanı işlettiğini görsek, bayağı iyi olurdu…”
İnyat, bu sözleri her işitişinde içini çekerdi.
“İşe sar bu oğlanın başını, yolla çalışsın.”
“Bekle biraz!”
“Neyi bekleyecekmişiz? Bir iki yaz Volga üzerinde hovardalık etsin, açılsın biraz gözü, hemen evlendiririz… İşte kızım Lubov, hazır bekliyor…”
Lubov Mayakin, o çağda, bir yatılı okulda beşinci sınıf derslerini izlemekteydi. Foma sık sık sokakta karşılaşırdı onunla ve her seferinde Lubov, küçücük zarif bir şapkanın süslediği kumral saçlı başıyla, Foma’ya zoraki bir selam verirdi. Aslında hoşuna gitmiyor değildi Foma’nın; ama pembe yanakları, sevinç taşan kahverengi gözleri ve gelincik kırmızısı dudakları, o zoraki selamların tatsız izlenimini silmekten uzak kalıyordu. Birtakım liseli delikanlılarla arkadaştı kız; bunlar arasında eski sınıf arkadaşı Yejov da bulunduğu hâlde, Foma pek yaklaşmıyordu yanlarına, sıkılıyordu. Bilgi gösterisine girişip onun cehaletiyle alay ediyorlardı sanki. Lubovların evinde toplanıp kitap okurlardı hep ve heyecanlı bir tartışmaya kapıldıkları sırada Foma içeri girecek olursa, hemen susarlardı. Bütün buna benzer olaylar, Foma’yı biraz daha uzaklaştırıyordu Lubov’dan…
Yine Mayakinlerde olduğu bir gün, Lubov, bahçede gezinmeye çağırdı onu ve yan yana yürürlerken sahte bir gülümseyişle sordu:
“Niye bu kadar yabanisin sen? Hiçbir zaman hiçbir şeyin yok mudur söyleyecek?”
Sadelikle cevap verdi Foma:
“Hiçbir şey bilmeyince ne söyleyeyim yani?”
“Öğren o zaman, kitap oku!”
“Hevesim