“İşte böyle havalanıp uçmalıymış be çocuklar!”
Kuşların gökyüzünün diplerinden dönmesini sessizce ve dikkatle beklerken, aynı şevkle birleşip birbirlerine iyice sokuluyor çocuklar; tıpkı güvercinler gibi, dünyadan uzaklara, gerçeğin soluğunun erişmediği yerlere kopup gitmişti onlar da. Ve şu anda sadece birer çocukturlar artık, ne kıskançlık duyarlar ne öfke; her şeye yabancı, yalnız birbirlerine yakındırlar; tek kelime söylemelerine hacet kalmadan, karşılıklı gözlerinin ışıltısından sezerler duygularını. Ve gökteki kuşlar gibi mutludurlar…
Uçmaktan yorgun, sanki düşercesine çatıya konan güvercinleri, güvercinliğe almışlardı. Bütün oyunların ve bütün maceraların ilhamcısı olan Yejov, “Hey çocuklar!..” diye haykırıyor. “Elma avına gidelim hadi…”
Bu çağrı, güvercinlerin üflediği barışı bir anda alıp götürüyor çocukların ruhundan. Ve işte şimdi alabildiğine ihtiyatlı, tam bir yağmacı yürüyüşüyle, en ufak gürültüleri, en basit çıtırtıları bir plaçkacı gibi dikkatle dinleyip değerlendirerek arka taraftan komşunun bahçesine süzülmekteler. Yakalanma ihtimalinin verdiği dehşet, içlerinde, cezasız kalacak bir hırsızlığın umuduyla örtülü. Hırsızlık da bir emektir, tehlikeli bir emek ve her emeğin meyvesi tatlıdır! Çok çaba istediği nispette daha da tatlı… İhtiyatla aşıyorlar bahçenin çitini ve bütün çevreye keskin ve ürkek bakışlar atarak elma ağaçlarına doğru kayıyorlar. Her yaprak hışırtısında yürekleri ağızlarına geliyor, yakalanmaktan korktukları kadar tanınmaktan da ürküyorlar; buna karşılık bahçe sahibi onları şöyle uzaktan görür de bağırıp kaçırmakla yetinirse, müthiş memnun olacaklar. Dört bir yana dağılıp yitecekler hemen; sonra da bir araya geldiklerinde, gözleri şevk ve cüretle alev alev, kovalanırken duyduklarını ve ayaklarının altında yer tutuşmuşçasına nasıl koşup tüydüklerini anlatacaklar birbirlerine gülerek.
Foma, bu yağmacılık seferlerine, bütün öteki macera ve oyunlardan çok daha fazla kaptırıyordu kendini; üstelik o kadar atak davranıyordu ki şaşırıp irkiliyordu arkadaşları. Bile isteye tedbirsizlik yapıyordu bahçelerde: Yüksek sesle konuşuyor, dalları çatırdatarak kırıyor, kurtlu elmaları koparıp bahçe sahibinin evine doğru inadına fırlatıyordu. Suçüstü yakalanmak tehlikesi ürkütmüyordu onu. Tehlike sezince şaşalamıyordu bile. Bakışları karanlıklaşıyor, dişlerini sıkıyordu; mağrur ve öfkeli bir ifade geliyordu yüzüne. Smolin, her seferinde, kocaman ağzını büzerek, “Çok gözü kara gidiyorsun,” diyordu.
“Ben ödlek değilim,” diye cevap veriyordu Foma.
“Biliyorum ödlek olmadığını. Ama senin gibi tehlikenin üstüne üstüne gitmek için de aptal olmak gerekir… Bu işleri daha sessiz de yapabiliriz pekâlâ…”
Yejov’sa başka bir açıdan suçluyordu onu:
“Gidip de heriflere kendi ayağınla yakalanacaksan, cehenneme kadar yolun var,” diyordu. “Tek başına elma hırsızlığı yaptığını söylersin yakalandığında… Çünkü seni elinden tutup babana teslim ederler, o da bağışlar sonunda. Ama beni kemiklerimi kırıncaya kadar döverler arkadaşım…”
Foma inatla tekrar ediyordu:
“Ödlek!”
Ve nihayet bir gün Kaptan Çumakov tarafından suçüstü yakalandı Foma. Zayıf, çelimsiz bir ihtiyardı Kaptan Çumakov. Kopardığı elmaları önlüğüne sarmakta olan çocuğa sessizce yaklaşmış ve onu iki eliyle omuzundan kavrayarak tehdit dolu bir sesle haykırmaya koyulmuştu:
“Hırsız! Hırsızı yakaladım işte!”
Foma o sıralarda on bir yaşlarındaydı. Bir silkinişte kurtuldu ihtiyarın elinden. Ama kaçmadı; kaşlarını çatıp yumruklarını sıkarak karşısına dikildi adamın ve güven dolu bir edayla konuştu:
“Sıkıysa, bana bir dokun bakalım!”
“Dokunmam ki,” dedi adam. “Polise götürüp teslim edeceğim o kadar! Adın ne senin?”
Polise teslim edilmek diye bir ihtimali aklından bile geçirmemişti Foma. Bütün yiğitliği ve saldırganlığı uçuverdi bir anda. Polisin eline düşmesini, babası katiyen bağışlamazdı işte! Titremeye başladı ve kekeler gibi cevap verdi adama:
“Gordeyev.”
“İn… İnyat Matveyiç’in oğlu mu?”
“Evet.”
Şimdi de kaptan şaşırmıştı, ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Doğruldu, göğsünü şişirdi önce, ciddi bir edayla öksürdü; sonra omuzları çöktü yeniden ve babalara özgü anlayışlı bir sesle, “Ayıp!” dedi. “O kadar büyük, o kadar saygıdeğer bir insanın evladı!.. Yakışmaz size… Gidebilirsiniz… Ama bu hırsızlık, yani ufak tefek aşırma olayları demek istiyorum, tekrar edecek olursa babanıza haber vermek zorunda kalırım. Ve bu arada, kendisine saygılarımı sunmakla müşerrefim!”
İhtiyarın yüzündeki değişikliği dikkatle izleyen Foma, adamın, babasından korktuğunu anlamıştı. Bir kurt yavrusu gibi, göz altından bakarak inceliyordu kaptanı. Çumakov’sa gülünç bir ciddiyetle, beyaz bıyıklarını sıvazlayarak, izin verdiği hâlde bir türlü gitmeyen çocuğun karşısında, bir ayağından öteki ayağına yaslanarak bekliyordu. Nihayet kendi evinin yolunu göstererek tekrarladı:
“Gidebilirsiniz…”
“Karakola gitmeyecek miyiz?” diye sordu Foma, önemsemez bir sesle.
Sorar sormaz da, ters bir cevap ihtimalini düşünüp dehşete kapıldı. İhtiyar gülümsemişti:
“Şaka yaptım!…” dedi. “Korkutmak istedim sizi…” Birden dikildi Foma:
“Asıl korkan sizsiniz…” dedi. “Babamdan korkuyorsunuz!”
Ve kaptana sırtını çevirip, geldiği yere, bahçenin dip tarafına doğru yollandı. Çumakov, arkasından haykırmaktaydı:
“Korkuyor muyum?.. Yaa! Demek korkuyorum, öyle mi!..”
Sesinden, adamın gururuyla oynadığını anlamıştı Foma; hem utandı hem üzüldü birden. Akşama kadar tek başına dolaşarak geçirdi vaktini ve eve döndüğünde, babasının şu sert sorusuyla karşılandı:
“Foma! Çumakov’un bahçesine girip elma aşıran sen misin?”
Çocuk, babasının gözlerinin içine bakarak, sakin bir sesle cevap verdi:
“Benim!”
Böyle bir cevabı hiç beklemiyordu İnyat, birkaç saniye sakalını sıvazlayarak sustu. Sonra yavaş yavaş, “Budala!” dedi. “Niye yaptın sanki o işi? Kendi bahçendeki elmalar sana yetmiyor mu?”
Gözlerini yere eğmişti Foma; babasının karşısında,