Bir yabancı, Julia’nın sözlerini duyan Miss Crawford’ın yüzünün aldığı hâli görse gülmemek için kendini zor tutardı. Miss Crawford duydukları karşısında şaşkınlıktan donakalmıştı. Fanny, Miss Crawford’ın hâline acıdı. Az önce söylediği sözlerden dolayı üzülmüş olsa gerek, diye düşündü.
“Papazlık mı?” diye sordu Miss Crawford, “Ne yani, papaz mı olacaksınız?”
“Evet, babamın dönüşünün ardından papaz olarak atanacağım. Sanırım Noel’de göreve başlarım.”
Miss Crawford kendisini toparlayarak, “Bilseydim, papazlar hakkında bu kadar saygısızca konuşmazdım.” diyerek konuyu değiştirdi.
Bir süre sonra şapel, her zamanki sessizliğine ve dinginliğine terk edildi. İlk çıkan, kız kardeşinin tavırlarından rahatsız olan Miss Bertram oldu. Diğerleri de burada yeterince oyalandıkları düşüncesindeydi.
Binanın alt katını baştan aşağı gezmişlerdi. En ufak bir yorgunluk belirtisi göstermeyen Mrs. Rushworth, konuklarına üst kattaki odaları göstermek üzere ana merdivenlerden yukarı çıkmak üzereyken, oğlu kendisini durdurarak buna zaman kalmadığını söyledi.
“Çünkü…” dedi, gayet mantıklı bir şekilde, “Evde çok zaman harcadık. Dışarıdaki işlerimize zaman kalmayacak. Saat ikiyi geçiyor. Beşte de yemeğe oturacağız.”
Mrs. Rushworth’ün bu sözlere hak vermesinin ardından, bahçenin nasıl inceleneceği, kimin nasıl gideceği tartışmaları yeniden alevlendi. Mrs. Norris, arabaların ve atların en verimli şekilde nasıl kullanılabileceğine dair düzenlemelere başladığı sırada, gençler bahçeye açılan kapıyı görerek, biraz hava almak ve rahatlamak için kendilerini dışarı attılar.
Gençlerin sıkıldığının farkına varan Mrs. Rushworth, onların ardından bahçeye çıkarak, “Dilerseniz buradan başlayalım.” dedi, “Burada çiçeklerimiz var, şurada da sülünlerimiz.”
Mr. Crawford, çevresine bakınarak, “Acaba…” dedi, “Uzaklara gitmeden burada yapacak bir şey bulabilir miyiz? Duvarlar epey ilgi çekici. Mr. Rushworth, bahçede oturup konuşalım mı?”
Mrs. Rushworth oğluna seslendi: “James, konuklarımız ormanı görmek isteyebilir. Bertram kardeşler ormanı görmemişti.”
Kimseden bir itiraz gelmedi ancak kimsenin de harekete geçmeye niyeti yok gibiydi. Çiçekler ve sülünler çok ilgilerini çekmişti. Hepsi neşeyle bir yana dağılmıştı. İlk harekete geçen, binanın bu tarafında neler yapılabileceğini incelemeye başlayan Mr. Crawford oldu. İki yanı yüksek duvarlarla çevrelenen çimenlik ve çiçek bahçesinin yanı sıra bir dokuz kuka sahası ve sahanın arka tarafında, az ileride başlayan ormana bakan, demir parmaklıklı, uzun bir teras vardı. Sorunları tespit edebilmek için çok uygun bir yerdi. Mr. Crawford’ın ardından Miss Bertram ve Mr. Rushworth o tarafa doğru yürümeye başladı. Bir süre sonra diğerleri de onları takip etti. Edmund, Miss Crawford ve Fanny terasa ulaştıklarında, Mr. Crawford, Miss Bertram ve Mr. Rushworth’ü, yapılabileceklere dair derin bir tartışmanın ortasında buldular. Bu tartışmaya kısa bir süreliğine katılan üçlü, onları kendi hâllerine bırakarak yollarına devam etti. Diğer üç kişi, yani Mrs. Rushworth, Mrs. Norris ve Julia ise epey geride kalmıştı. Bu ziyaretten giderek sıkılmaya başlayan Julia, Mrs. Rushworth’e eşlik etmeye, sabırsız ayaklarını onun ağır adımlarına uydurmaya mecbur kalmıştı. Teyzesi ise sülünleri beslemek üzere dışarı çıkan kâhya ile dedikoduya dalmıştı. Dokuz kişi arasında bahtına düşenden memnun olmayan tek kişi olan zavallı Julia’nın faytondaki halinden eser yoktu. Âdeta işlediği günahın bedelini ödüyordu.
Aldığı terbiye nedeniyle yaşlı kadını bırakıp gidemiyordu. Bununla birlikte, kendine hâkim olmak, başkalarını da dikkate almak, kendini tanımak ve hislerini anlamak gibi meziyetlerden yoksundu. Bu yüzden de şu an çok mutsuzdu.
Miss Crawford, terasta attıkları turun ardından ormana açılan kapıya doğru döndükleri sırada, “Bu sıcağa dayanılmaz.” dedi, “Biraz ferahlamaya itirazı olan var mı? Şurada ne güzel bir orman var. Keşke o tarafa geçebilsek! Keşke şu kapılar kilitli olmasa! Fakat elbette ki kilitli, zira böyle büyük yerlerde sadece bahçıvanlar dilediği yere gidebilir.”
Ancak kapı kilitli değildi. Üçü birden neşe içerisinde kapıdan çıkarak kavurucu güneşten kaçmaya karar verdi.
Uzunca bir merdivenden indiklerinde kendilerini ormanın içinde buldular. İki dekar genişliğinde, ağırlıklı olarak karaçam ve defne ağaçlarının, budanmış kayınların düzenli bir şekilde dikili olduğu orman, terasa ve dokuz kuka sahasına oranla çok daha serindi. Ferahlamışlardı. Bir süre yürüyerek manzarayı seyrettiler. En sonunda, verdikleri kısa molanın ardından Miss Crawford, “Demek papaz olacaksınız Mr. Bertram.” diyerek söze girdi, “Çok şaşırdım!”
“Neden şaşırdınız ki? Bir mesleğim olduğunun farkına varmış, avukat, asker veya denizci olmadığımı tahmin etmiş olmalısınız.”
“Çok doğru. Ancak sözün kısası, papaz olacağınız aklıma gelmedi. Hem bilirsiniz, genelde küçük erkek kardeşe servet bırakan bir amca veya dede vardır her zaman.”
“Bu çok takdire şayan bir uygulama.” dedi Edmund, “Ancak her zaman geçerli değil. Ben de bu istisnalardan biriyim ve bir istisna olarak kendi adıma bir şeyler yapmam gerekiyor.”
“Peki ama neden papaz olacaksınız ki? Yani önünüzde bir yığın seçenek dururken…”
“Sizce asla kiliseyi seçen çıkmaz mı?”
“Asla, çok ağır bir söz… Ancak evet, pek sık değil anlamında kullanırsak asla çıkmayacağını düşünüyorum. İnsan kilisede ne yapar ki? Erkek dediğin kendini göstermek ister ve bir şekilde bunun yolunu da bulur. Ancak kilisede böyle bir şey mümkün değil. Din adamı dediğin bir hiçtir!”
“Umarım bu ‘hiç’ sözünü de ‘asla’ gibi bildiğimizden farklı bir anlamda kullanıyorsunuzdur. Bir din adamı pek popüler olamaz elbette. Birliklere önderlik edemez, kıyafetlerinin tonunu belirleyemez. Ancak yine de insanlık açısından, hem bireysel hem de toplumsal olarak, hem bu dünyada hem de öteki dünyada büyük önem taşıyan bir konuda söz sahibi olan; dinin, ahlakın ve bunların etkisiyle ortaya çıkan davranışların koruyuculuğunu yapan birisinden, ‘hiç’ diye söz etmezdim. Bu göreve kimse ‘hiç’ diyemez. Eğer bu görevi yürüten kişi bir hiçse, bu, görevini ihmal ettiği, önemini anlayamadığı, görevini bir yana bırakarak dalmaması gereken âlemlere daldığı içindir.”
“Din adamlarına, şimdiye dek duymaya alıştıklarımızdan, benim aklımın alabileceğinden çok daha fazla anlam yüklediniz. Toplum üzerinde bu önemi ve etkiyi maalesef görmek pek mümkün değil. Zaten insanların arasına kırk yılda bir çıkıyorlar. Vaazın dinlemeye değer olduğunu, vaizin James Blair kadar duyarlı olduğunu farz etsek dahi haftada iki vaaz bu sözünü ettiğiniz değerleri ortaya çıkarmaya yeter mi? Cemaatin haftanın geri kalan kısmındaki davranış ve düşüncelerini nasıl yönlendirecekler? İnsanların din adamlarını kürsü dışında bir yerde gördüğü yok ki!”
“Siz Londra’dan söz ediyorsunuz, ben ülkenin genelinden.”
“Bence metropoller ülkenin genelini yansıtır.”
“Kraliyetin genelindeki