Bunun üzerine Mrs. Rushworth gezinti arabasını da alabileceklerini söyledi. Ancak bu öneri kimsenin hoşuna gitmedi. Genç hanımefendilerin rahatsızlığı, yüzlerinde en ufak bir gülümsemenin belirmemesinden, ağızlarından onaylayıcı tek bir söz çıkmamasından belliydi. Mrs. Rushworth’ün, çoğu ilk kez gelen konuklarına evi gezdirme önerisi çok daha fazla kabul gördü. Miss Bertram evin ihtişamıyla hava atabileceği için, diğerleri ise oyalanacak bir şeyler buldukları için mutluydu.
Hep birlikte ayağa kalktılar. Mrs. Rushworth’ün rehberliğinde, hepsi birbirinden geniş bir dizi odayı gezdiler. Odalar yarım yüzyıl öncesinin modasına göre dekore edilmişti. Döşemeler, masif maun mobilyalar, damaskolar, mermerler, yaldızlar ve oymaların hepsi birbirinden kaliteliydi. Duvarlar tablolarla doluydu. İçlerinde birkaç güzel resim vardı ancak çoğunluğunu, Mrs. Rushworth dışında kimsenin tanımadığı aile büyüklerinin portreleri oluşturuyordu. Mrs. Rushworth, kâhyadan kimin kim olduğunu öğrenebilene dek akla karayı seçmişti. Ancak şu an ev hakkında en az kâhya kadar bilgi sahibiydi.
Mrs. Rushworth daha çok Miss Crawford ve Fanny’ye anlatıyordu. Ancak bu ikilinin ilgi düzeyleri arasında dağlar kadar fark vardı. Bugüne dek sayısız konak görmüş olan ve böyle şeylere pek ilgi duymayan Miss Crawford kibarlığından dinlermiş gibi yapıyordu. Fanny açısından ise her şey yeni ve ilginçti. Mrs. Rushworth’ün ailesinin geçmişi ile ilgili anlattıklarını, ailenin yükselişini ve ihtişamını, kraliyet ailesine yaptıkları ziyaretleri, kraliyet nezdindeki hizmetlerini cankulağıyla dinliyor, bildiği tarihsel olaylarla bir bağ kurabildiğinde seviniyor, geçmişi gözünde canlandırmaya çabalıyordu.
Binanın konumu nedeniyle odaların hiçbirinin güzel bir manzarası yoktu. Fanny ve diğerleri Mrs. Rushworth’ü dinlediği sırada Henry Crawford düşünceli bir şekilde pencereden dışarı bakıyor, başını iki yana sallıyordu. Batı yakasındaki odaların tamamı bahçeye ve demir parmaklıkların ardındaki ağaçlıklı yola bakıyordu.
Pencere vergisini arttırmaktan ve hizmetçilere iş çıkarmaktan başka bir işe yaramayan bir yığın odayı gezmelerinin ardından, Mrs. Rushworth, “Şimdi…” dedi, “Şapele geçiyoruz. Aslında buraya yukarıdan girip tepeden bakmamız gerekir. Ancak dostlar arasında olduğumuza göre, izninizle sizi şuradan içeri alacağım.”
Hep birlikte içeri girdiler. Fanny buranın çok daha görkemli olacağını düşünmüştü. Ancak dikdörtgen biçimli, uzun, sırf ibadet amacıyla döşenmiş bir yerle karşılaştı. Yukarıdaki aile galerisinin pervazındaki kırmızı kadife minderler ve dört bir yandaki maunlar haricinde gayet ağırbaşlı bir yerdi. Edmund’a, “Hayal kırıklığına uğradım.” diye fısıldadı, “Hayalimdeki şapel böyle değildi. İnsanı korkutan, hüzünlendiren, başını döndüren bir şey yok. Ne bir koridor var, ne bir kemer, ne bir yazıt, ne de sancak… Ne ‘cennet rüzgârlarıyla dalgalanan’ sancaklar var ne de ‘Burada Bir İskoç Hükümdarı Yatıyor’ tabelası.”
“Buranın, manastırların ve şatoların şapellerine oranla çok daha yeni olduğunu ve çok daha sınırlı bir amaç doğrultusunda inşa edildiğini unutuyorsun kuzen. Tamamen ailenin şahsi kullanımı için inşa edilmiş. Sanıyorum cenazeler köydeki kilisededir. Sancak ve yazıtlar için de oraya bakman gerekir.”
“Ne kadar da aptalım! Bu hiç aklıma gelmemişti. Yine de hayal kırıklığına uğradım…”
Mrs. Rushworth anlatmaya başladı: “Bu şapel, gördüğünüz gibi II. James döneminde dekore edilmiş. Anladığım kadarıyla bölmeler önceden tahta kaplamaymış. Kürsüdeki ve aile galerisindeki minderlerin mor kumaştan yapıldığına dair ipuçları olmakla birlikte, bu konuda kesin bilgi yok. Çok güzel bir şapel… Eskiden her sabah ve her akşam kullanılırmış. Aile papazının okuduğu dualar hâlâ pek çok kişinin hafızasında. Ancak merhum Mr. Rushworth bu geleneği sona erdirdi.”
Miss Crawford, Edmund’a bakarak gülümsedi ve “Her nesil bir öncekinden daha ileri görüşlü oluyor.” dedi.
Mrs. Rushworth aynı şeyleri Mr. Crawford’a anlattığı sırada Edmund, Fanny ve Miss Crawford başka bir köşede kümelenmişti.
“Bu geleneği sürdürmemeleri çok üzücü!” diye haykırdı Fanny, “Oysa geçmişin değerli bir parçasıymış. Bence bir şapel ve aile papazı gerçek bir konağın olmazsa olmaz bir parçası! Bütün hane halkının dua etmek için bir araya gelmesi güzel bir şey!”
Miss Crawford gülerek, “Ne demezsin!” dedi, “Zavallı hizmetçileri ve uşakları; işlerini güçlerini bırakarak, günde iki kere zorla toplamak, kaçmak için bahaneler bulmaya mecbur bırakmak, aile reisinin hoşuna gidiyordu herhâlde!”
“Fanny’nin hane halkının bir araya gelmesinden bunu anladığını sanmıyorum.” dedi Edmund, “Aile reisi ve hanımefendi bizzat katılmadığı sürece bu gelenek yarardan çok zarar getirir.”
“Ne olursa olsun, bu gibi konularda herkes özgür bırakılmalı. Kim, nasıl istiyorsa öyle davranmalı. Ne zaman ve ne şekilde ibadet edeceğine herkes kendisi karar vermeli. Kiliseye gitme mecburiyeti, resmiyet, kısıtlamalar, uzun uzun ayinler, katlanılır şeyler değil. Burada diz çöken saygıdeğer insanlar, günün birinde insanların baş ağrılarıyla uyandıklarında on dakika daha kestirebildiklerini ve bu yüzden ayıplanmadıklarını görebilselerdi, mutluluk ve kıskançlıktan yerlerinden sıçrarlardı. Rushworth Konağı’ndaki hanımefendilerin istemeye istemeye şapele giderken neler hissettiklerini düşünsenize! Genç Mrs. Eleanor’lar, Mrs. Bridget’ler görünüşte saygılı bir edayla ibadetlerini ediyorlardı ancak akıllarından kim bilir neler geçiyordu. Hele zavallı papaz yüzüne bakılacak bir tip değilse hayal kurmasınlar da ne yapsınlar? Tahminimce de o dönemlerde papazlar bugünkünden de kılıksızdı!”
Bir süre kimse bir şey demedi. Yüzü kızaran Fanny, Edmund’a bakıyordu. Konuşamayacak kadar sinirlenmişti. Edmund bir süre düşündükten sonra, “Korkarım ki sizin bu neşeli ruhunuz, önemli konularda bile ciddi olmanıza engel teşkil ediyor. Çok eğlenceli bir tablo çizdiniz. Komik olduğu inkâr edilemez. Zaman zaman hepimiz dikkatimizi bir şeylere vermekte güçlük çekeriz. Ancak bu kusur sürekli bir hâl aldıysa, ihmal yüzünden alışkanlığa dönüşmüş demektir. Böyle bir insanın ibadetinden bir şey beklenmez. Sizce bir şapelde sıkılan, hayallere dalan bir insanın, kendi odasındayken kafasını toplaması mümkün müdür?”
“Evet, çok daha mümkündür. En azından iki açıdan avantajlı olacaktır. Hem dikkatini dağıtacak şeyler az olur hem de o kadar uzun süre kalma mecburiyeti yoktur.”
“Şapelde bile dikkatini toplamaya çabalamayan bir insan, başka yerlerde de dikkatini dağıtacak şeyler bulacaktır. Kilisenin etkisi ve diğer insanların varlığı, insanın kafasını toplamasına yardımcı olur. Tabii ayinin uzaması hâlinde insanın dikkatini verebilmesinin güçleşeceğini kabul etmek durumundayım. Oxford’u bitireli çok olmadı. Şapel ayinlerinin ne kadar uzun sürdüğünü hâlâ unutmuş değilim.”
Üçü bunları konuştuğu sırada, diğerleri şapelin içerisinde dört bir yana dağılmıştı. Julia, kız kardeşini işaret ederek Mr. Crawford’a, “Mr. Rushworth ve Maria’ya baksanıza! Nikâhları kıyılıyor sanırsınız. Sizce de öyle değil mi?”
Mr. Crawford onaylar şekilde gülümsedi. Maria’ya yaklaşarak, sadece onun duyabileceği bir sesle, “Miss Bertram’ın sunağa bu kadar yakın olduğunu görmek hoşuma gitmiyor.” dedi.
Şaşıran genç kız gayriihtiyari şekilde bir iki adım attı.