Muhtarlıkta kâtiplik yaptığı zamanlarda farklı farklı işler yapıyordu, hatta halktan vergi toplama işi onun vazifesiydi. O, yıllar içinde değil, aylar içinde büyüyüverdi. Elbette o günlerde yaşadıkları, şahit oldukları ve başına gelenlerin günün birinde kendi edebî eserleri için bir kaynak olacağını henüz bilmiyordu.
“Bu görev benim için adeta bir işkenceydi, bir yıl sonra 1944 Ağustosunda görevi bıraktım ve bu yüzden az daha mahkemeye veriliyordum. Traktör ekibinin muhasebe yardımcılığı görevine başladım. Savaş devam ediyordu ve hayat bana her gün bana halk hayatının yeni sayfalarını açıp gösteriyordu. O günlerde gözlemlediğim birçok şey “Yüz Yüze”, “Toprak Ana”, “Cemile”, “Selvi Boylum Al Yazmalım” gibi eserlerime yansımıştır. 1946 yılında 8. sınıftan sonra Cambıl Veteriner Enstitüsünü kazandım. Stajımın tamamını 1947-1948 yıllarında köyümüzde yaptım, bununla beraber savaş sonrası halkımın günlük hayatını da gözlemleme fırsatı buldum. Enstitüden başarıyla mezun olduktan sonra Kırgız Ziraat Fakültesini kazandım. Burayı da başarıyla bitirdim.” 10
Yazarın çocukluk ve gençlik dönemleri bu şekilde geçti. Karakteri, iktidara olan sevgisi ve nefreti böyle şekillendi.
Aytmatov’un fantastik hayat girdabına şöyle bir göz attığımızda inanılmaz olaylarla dopdolu olduğunu, hayatının yaşadığı dönemin adeta bir aynası olduğunu görürüz. Peki, kimlerle güzel dostluklar kurdu Aytmatov?… Muhtar Avezov ile çok sıkı bir dostluk ilişkisi vardı, aynı şekilde Luis Aragon, Dmitriy Şostakoviç ve Aleksandr Tvardovski, yetenekli rejisör Sergey Urusevski. Nikita KKruşçev ile görüşme, Leonid Brejnev ve Mihail Gorbaçov ile son güne kadar süren dostluk, tüm bu biyografi Aytmatov’a aittir.
GENÇLİK: AŞKIN ORTAYA ÇIKIŞI…
1937-1938 katliamları ve II. Dünya Savaşının getirdiği yıkım yazarın çocukluk ve gençlik yıllarına denk gelmiştir. O günlerde yazar birçok hainliği ve kahramanlığı kendi gözleriyle görmüş, birçok insanın yakınlarını kaybetmesine bizzat şahit olmuştur. Hayatın en zor, en çetin şartlarını yakından müşahede etmiştir. O yıllarda insanî ve ahlâkî değerleri, erdemleri sonsuza kadar yaşatacak gücün halkın kendisi olduğunu görür.
Cengiz Aytmatov çok küçük yaşlarda haksızlığın ne demek olduğunu bizzat hissetmiş, çocukluğunu mahveden, gençliğini çalan iktidarın acımasız yüzünü görmüştür. Aynı şekilde insanın başarılı olmak için kendisine hedefler belirlemesi gerektiğini de anlamıştır. Tam da bu zor hayat şartları içerisindeyken ilk defa ilham perisi onu ziyaret eder. Kendi halkının sözlü kültürünün derinliklerine iner, sonrasında büyük Kırgız destanı Manas’ı okur, kendi kendini yetiştirmeye çalışır. O yıllarda Kırgız hayatının tam içindedir, halkın manevîyatının ve millî kültürün temellerini keşfetmektedir.
Aytmatov’un hayat tecrübeleri gösteriyor ki hayat çok ilginç ve çok yönlü. Savaş yıllarında bile insan kendisine hedefler belirleyebiliyor ve en nazik en derin hislere yer açabiliyor. Aytmatov da aynen bunları yaşamıştır savaş yıllarında.
Babasının ve ailesinin ‘halk düşmanı’ olarak damgalanmasının yetim Aytmatov’un ruhunda derin izler bıraktığını belirtmiştik, ancak böylesi zor şartlarda geçen çocukluk döneminde dahi Aytmatov’un mutlulukları ve aydın günleri olmuştur. Hatta savaş yıllarında Aytmatov ilk aşk duygusunu hissetmiştir. Âşık olduğu kişi bir peri değildi, ondan yaşça biraz daha büyük ve ona erkek kardeşi gibi davranan genç bir kadındı. Savaş yıllarında ortaya çıkan ve Mırzagul Biykeç ile bağlantılı olan bu hayat tablosu “Cemile” ve “Erken Gelen Turnalar” adlı eserlerine de yansımıştır.
Hayat kâğıt üzerinde yazılanlar gibi değildir. Yaşadıkları, başına gelenler onu tüm bunları insanlarla paylaşmaya iter. Kahramanlıkları, trajedileri, hüzünleri…
“Ben insanlarla fikirlerimi paylaşmak istiyorum, çünkü zorundayım.”
“Pencereyi sonuna kadar açıyorum, içeri temiz hava giriyor. Parlamakta olan yarı karanlık mavilikte kendi manzaramı çiziyorum. Onlar o kadar çok ki, ben defalarca kez tekrar tekrar başladım. Ancak bütün manzarayı çizmek için henüz erken.... Henüz ruhumun derinliklerinde belirli belirsiz çıkan sesin kaynağını bulamadım. Şafak öncesi sessizlikte sağa sola geziniyorum, düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum… Henüz bitmemiş şeyler hakkında en yakın arkadaşlarımı bile haberdar etmek istemiyorum. Ancak bu sefer kurallarımı çiğneyip henüz bitirmediğim tablo hakkında konuşmak istiyorum insanlarla. Bu geçici bir arzu değil. Başka türlü davranamam, çünkü hissediyorum, tek başıma bunun üstesinden gelemem. Ruhumu harekete geçiren ve elime fırçayı aldıran tarih o kadar büyük ki ben hepsini kucaklayamam. Bir çuval inciri berbat etmekten korkuyorum. Ben insanların bana öğütleriyle katkı sağlamasını benimle birlikte olmalarını, benim için endişelenmelerini istiyorum. Korkmayınız, daha yakınıma geliniz, ben bütün bu tarihi anlatmak zorundayım.”
Cengiz Aytmatov’un edebî yolunun ilk on beş yılında sadece ruhuna bir türlü huzur vermeyen yaşanmışlıkları kâğıda döktüğüne şahit oluyoruz.
Aytmatov kendini bir şeyler yapmak zorunda hissediyordu, çünkü en zor hayat şartlarının yaşandığı günlerde en sıradan insanların halet-i ruhiyesini anlatmak istiyordu. “Toprak Ana”, “Yüz Yüze”, “İlk Öğretmen” gibi eserleri bu bağlamda gün yüzüne çıktı. Bu hikâyelerde yazar bizzat görüp gezdiği yerleri anlatıyordu. Yazar ilk eserlerinde hayatın tüm yönlerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. Ancak o dönemlerde henüz edebî tecrübesi yeterli değildi. O dönemleri sanatçının bir yol arayışı içinde olduğu dönemler olarak niteleyebiliriz. Çocukluğunun ve gençliğinin hayat şartları onun edebî eserlerinin fitilini yakmıştı. Daha sonra ise ruhunun sönmez ateşini başka bir şey daha yaktı, aşk! Biz Aytmatov okurları Tanrıya şükretmemiz gerekir. Tam da en çetin şartların yaşandığı savaş yıllarında Aytmatov’un kalbi aşk ateşiyle de tutuşmuş oldu. Dünya onun için başka bir yere dönüştü. Onun örselenmiş ruhu aşk ateşiyle canlandı ve içindeki sanatçı ruh ortaya çıktı.
Bu aşkı şahitleri de dile getiriyorlar, yakın akrabaları da. Ancak bu aşkın en büyük şahidi “Cemile” adlı eseridir. Gençliğinde onun kendi “Cemile”si vardı. Bu aslında bir nevi çocukluk aşkıydı. Peki, bunun ne önemi var? Biz buna delil göstermek için resmi evrak arayışı içinde olmayacağız. Önemli olan, bu hissiyatın Aytmatov’un gönlünde, ruhunun derinliklerinde var olan sanatçı ruhu uyandırmış olmasıdır.
Böylece, iki önemli durum Aytmatov’un sanatçı ruhunu uyandırmıştır, diyebiliriz. Babasını kaybedip ardından çok çetin hayat şartları altında yaşaması, ikincisi ise çocukluk aşkı da diyebileceğimiz (kader daha sonra ona başka mutluluklar da hazırladı) aşk hissiyle karşılaşmasıdır.
Cengiz’in aşkıyla karşılaşması da ilginçtir. Sevdiği fonda sarı buğday tarlasının olduğu Talas’taki Manas Ata dağı eteklerinde, savaş yıllarında, karşısına çıkmıştır. Aytmatov’un ‘Cemile’si şen şakrak, neşeli, ince ruhlu ve ak yazmalı bir Kırgız kızıdır. Ancak kız başka birini sevmektedir, Cengiz’i değil. Cengiz ise saf duygularla kıskançlık nedir bilmeden, çocukluk ruhuyla o kıza âşık olmuştur.
“Sürekli, benimle konuşmasını, onu neyin üzüp neyin sevindirdiğini söylemesini bekledim. Ama o bana hiçbir şey söylemedi. Her zaman başımı dizlerine koyup saçlarımı okşayarak uzaklara bakardı. Ben