Böylece Aytmatovların hayatının trajik dönemi başlamış olur. En korkunç olanı ise Törökul Aytmatov’un tutuklanıp 1938 yılında “Burjuva Milliyetçisi” suçlamasıyla kurşuna dizildikten sonra tüm ailenin de “Halk Düşmanı” olarak damgalanması ve Aytmatov’un bu trajediyi çocukluk ve gençlik dönemlerinde oldukça derinden yaşamak zorunda kalışıdır.
Aytmatov, bu kara günleri 1950’li yılların sonundan itibaren kazandığı parlak şöhrete rağmen ömrü boyunca unutamamıştır. 1990 yılında Bişkek yakınlarındaki Çon Taş bölgesinde babasının ve diğer Stalin kurbanlarının toplu mezarı bulunduğunda Aytmatovların kaderleri ve sanat yolu da keskin bir şekilde aydınlanmış olur.
Savaş başladığında Cengiz henüz 14’üne bile girmemişti ve cepheye gidebilmek için yanıp tutuşuyordu. Galiba çocuksu bir kahramanlık peşindeydi. Genç Cengiz, Törökul Aytmatov’un oğlunun ne kadar cesur olduğunu herkese göstermek istiyordu. Hatıralarında “Biz o zaman babam için çok üzülüyorduk, sürekli yazılıp çiziliyordu. Ben o sıralar keşif erleriyle ilgili yazılmış kitaplar okuyordum ve gizli gizli bir casusu yakalamayı hayal ediyordum. Casusu yakalama sırasında şehit olup babamın Sovyet iktidarı huzurunda suçsuz olduğunu kanıtlamak istiyordum.”7 demektedir.
Roza Aytmatova’nın ifadelerine göre Cengiz birkaç defa arkadaşlarıyla birlikte savaşa gönüllü katılmak için dilekçe yazmış, ama yaşı çok küçük olduğundan kabul edilmemiştir.
Hiç şüphesiz onu cepheye çağıran vatanseverlik duyguları ve düşmana olan öfkeydi. Bununla beraber savaş yıllarında ülkenin hemen her yerinde “Sen askere yazıldın mı?” pankartlarının da etkisi olmalı.
Mutlaka cephede kahramanca hayatını kaybetmek üzerindeki ‘halk düşmanı’ damgasından kurtulmanın en iyi yolu olarak görünüyordu. Bu bir çeşitahlâkî psikolojik kompleksti, ağır bir yüktü. Babasının hak ettiğini değeri bir gün almasını sağlayabilmek onun evlatlık borcuydu. Bu ağır yükü Cengiz Aytmatov hayatı boyunca omuzlarında taşıdı. Babasını kaybedişi, zorluklar içinde geçen çocukluk günleri, savaş yılları, Aytmatov için en zengin hayat kaynakları oldu ve dünyaca tanınan büyük bir yazar olmasına katkı sağladı, bunlar onu tüm Sovyet imparatorluğunun en önemli figürlerinden biri yaptı.
Şaşırtıcı olan Stalinizmin milyonlarca kurbanının sorumlusu olarak Cengiz de yakınları da Stalin politikalarını değil, onu alçakça kandıran çevresindeki insanları görüyorlardı. Cengiz’in bu düşüncesine kanıt 1952 yılında Sovyetskaya Kirgiziya adlı gazetede yayımlanan ilk hikâyelerinden Gazeteci Zudo adlı hikâyesidir. Aytmatov Tokyo sokaklarında gazete satan Japon bir çocuğun ağzından Stalin’i övdüğü bu hikâyesi sonradan onu mahcup etmiştir. Bu sebeple olsa gerek, Aytmatov külliyatlarının hiçbirine bu hikâye alınmamıştır. Zaten bu hikâyenin hiçbir edebi değeri ve kalitesi yoktur, sadece genç yazarın ilk kalem denemelerinden biridir. Yazar bu hikâyesinde sadece aktüel politik meseleleri amatörce ele almak istemiştir.
Bitmek tükenmek bilmeyen “halk düşmanı” suçlaması ve yetimliğine dönelim. Yazarın kızkardeşi Rozaliya’nın hatıralarında da bahsedildiği üzere yazar o günleri şöyle dile getiriyor:
“1937 yılında babam, parti çalışanı, Moskova’daki kızıl enstitü mezunu biri olarak katledildi. Ailemiz köye dönmüştü. Benim için işte o zaman asıl hayat okulu tüm zorluklarıyla başlamış oldu. O müşkül günlerde babamın ablası Karakız halamız bize sahip çıktı. İyi ki o bizim hayatımızda vardı. Büyükannemin yerini tutuyordu benim için. Tıpkı kendi annesi gibi, becerikli, iyi bir masal anlatıcısı, en eski türküleri bile bilen biriydi ve köyde itibar sahibiydi. Annem köye döndüğümüzde çok hastaydı ve bu hastalığı hayatı boyunca sürdü. Biz dört çocuktuk, en büyükleri bendim. Durumumuz çok kötüydü, ancakKarakız hala bizim gözümüzü açtı. İnsan ne kadar kötü duruma düşerse düşsün halkın arasında yaşadığı sürece tekrar ayağa kalkabilir fikrini aşıladı bize. Sadece hemşerilerimiz Şekerliler değil bizi hiç tanımayan insanlar bile her zaman bize destek olmaya çalıştılar, hiç sırt çevirmediler. Neleri var neleri yok bizimle paylaştılar; ekmek, su, yakacak, patates ve hatta elbise… Bir seferinde biz kardeşim İlgizle (artık o bir bilimadamı ve Fizik-Mekanik Enstitüsü Müdürü) tarlada yakmak için çalı çırpı topluyorduk. İyi giyinimli bir atlı bizi görüp yanımıza geldi.
-Kimin oğullarısınız siz? diye sordu. Karakız halamız bizi öğütlemişti, bu durumlarda, hiç başınızı eğmeden gurur ve onurla insanların yüzüne bakarak babamızın ismini söylememizi istemişti. Biz o zaman babam hakkında yazılıp çizilenlerden ötürü çok endişeleniyorduk, Karakız hala ise bizim bu durumumuzdan hiç rahatsız olmuyordu. Bir şekilde, bu doğru dürüst okuma yazma bilmeyen kadın çok iyi anlıyordu babamın suçsuz olduğunu, ancak bu kanaatini açıklayamıyordu.
İşte, böylece o adam kim olduğumuzu sordu. Bu çok acı vericiydi, ancak gözlerimi aşağı indirmeden soyadımızı söyledim.
-O elindeki kitap nedir, diye sordu atlı. Yanımda okul kitabı vardı, şimdi hatırlıyorum, kemerimde taşıdığım coğrafya kitabıydı. O kitaba bakıp şöyle dedi:
-Okulda okumak istiyor musunuz?
– Hem de nasıl! Ağlamamak için dudaklarımızı ısırarak başımızı salladık.
-Peki o zaman, okuyacaksınız! dedi ve uzaklaştı adam.” 8
Bu şekilde iki kardeş okula başladılar tıpkı diğer çocuklar gibi.
Bütün çocuklar babalarını severler, ancak Cengiz’in hayatında babasının çok özel bir yeri vardı. Babası tutuklandıktan ve katledildikten sonra uzun süre babasının bu hayatta artık olmadığına inanamadı ve yıllarca onu bekledi, ümidini hiç kesmedi ve bir gün kapıyı çalıp eve geleceğini hayal etti.
Savaş yıllarında zor hayat şartları içerisinde tanıştığı insanlar Cengiz’in hatırasında unutulmaz izler bırakmışlardır. Savaş yıllarında okuyordu, sonrasında 1950’li yıllarda Moskova’daki yüksek edebiyat kursuna katıldı. Okumayı çok seviyordu, onun için savaş yılları asıl hayat üniversitesi olmuştur.
Savaş yıllarında da Aytmatov ailesi zorluklar yaşadı. Çeşitli mercilere iş başvurusu yapan Nagima, birçok aşağılamaya maruz kaldıktan sonra, nihayet Kirov köyünde muhasebeci yardımcısı olarak işe başladı. Cengiz de tekrar okula başladı, yalnız bu sefer Rus okuluna. 1942 yılında okulunu tekrar bırakmak zorunda kaldı, zira annesine yardımcı olması gerekiyordu. Bir süre sonra Şeker köyüne döndü ve orada muhtarlıkta kendisine sekreterlik işi verildi. Bu sırada on beş yaşındaydı. Okuryazar insan yetersizliğinden savaş yıllarında yeni yetişmekte olan gençleri devlet görevlerine özendiriyorlardı. Sonrasında Aytmatov vergi memuru ve cepheden gelen mektupları dağıtan postacı olarak çalıştı. Postacı olarak çalıştığında halk arasında sık sık kara zarf olarak adlandırılan (cephede şehit olanların haberi “kara haber celbi” ile ailelerine bildiriliyordu) geliyordu. Yazarın sonradan hatıralarında belirttiği üzere, köylerde aileler onu veya kardeşi İlgiz’i gördüklerinde yine kara haber celbini getiriyor diye korkuyorlardı.
Aile yarı aç yarı tok hayatına devam ediyordu. Ailesini besleyen tek inekleri de çalınmıştı. Cengiz hatıralarında o hırsızı eline bir geçirse alnından vurmaya hazır olduğunu söylüyor. Elinde tüfeğiyle öfkeden beti benzi atmış bir şekilde hırsızı arayan Cengiz’i bir ihtiyar durdurur ve ne olduğunu sorar. Cengiz tüm aileyi besleyen biricik ineğini çalan hırsızı aradığını, bulduğu